Muma
bugünkü Gölkonak köyünün doğduğum zamanki adıdır. Önceden Şarkikaraağaç ilçesine
bağlı iken, 1990 yılında, o tarihte yeni ilçe olan Yenişarbademli’ye
bağlanmıştır.
Ulaşım
Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımda, her ne kadar ilçemiz
Şarkikaraağaç olsa da, ilişkilerimiz daha çok Beyşehir’leydi. Her iki ilçe de
köyümüze aşağı yukarı eşit uzaklıktadır (50 kilometre). Oralara giden kara
yolları eskiden çok kötüydü. Zaten yöre halkının elinde motorlu kara taşıt
araçları da pek yoktu. O zamanın en iyi ulaşım aracı, pazartesi günleri Kurucaova’nın
Bağbaşı İskelesi’nden kalkan, köyümüzün Sülükçe İskelesi’ne uğradıktan sonra Beyşehir’e
giden ve ertesi gün dönen motorlu gemiydi. Geminin Beyşehir’e ulaşması iki
saati alırdı. Köylülerin günlük yaşamlarında kullandıkları ulaşım araçları ise
at, eşek ve öküzlerin çektiği kağnılardı. 1950’li yılların sonları ile
1960’larda bunlara az da olsa traktörler ve kamyonlar da eklendi.
Motorlu
gemi
Ayaktaki üç yetişkin soldan sağa: Ali Ünal, Mehmet Keskin, Mehmet Demirtaş
Günlük yaşamda
kullanılan başlıca ulaşım araçları kağnı, at ve eşekti. Kanatlar ot, sap gibi
şeyler, kıldan yapılan “geri” ise saman taşınacağı zaman kağnıya takılırdı.
Köyümüzü dış dünyaya bağlayan iki yol daha vardı.
Buralardan ancak yaya ya da hayvan sırtında gidilebilirdi. Bunlardan birincisi,
Yenişar’ı Anamas Dağı’nı aşarak Yakaafşar, Aksu ve Yılanlı üzerinden Eğridir’e;
ikincisi de Kurucaova ve Dumanlı üzerinden Antalya’nın Serik ilçesine bağlayan
yoldu. Rahmetli kayınpederim Süleyman
Erdoğan, Gönen Köy Enstitüsünde
okurken 70-80 kilometrelik birinci yolu
izleyerek yaya olarak Eğridir’e vardıklarını, orada trene binip Gönen’de indiklerini
anlatırdı. Dumanlı üzerinden Serik’e bağlayan ikinci yolu, daha çok, yazın
sürüleriyle birlikte Yenişar’a gelip güzün kışı geçirmek için tekrar Serik’e
dönen göçebe Yörükler kullanırdı.
Köy Odası
Çocukluğumda yukarı mahallede iki katlı bir köy odası
vardı. Bunun alt katında ahır, üst katında da dışardan gelen misafirlerin
kalacağı tek göz bir oda bulunuyordu. Köye gelen ve geceyi köyde geçirecek bir
yabancı camiye gidip kendini gösterirdi. İmam cemaatten birine akşam vakti
misafir için yemek, eğer hayvanı varsa onun için de ot götürmesini isterdi.
Tabi bu keşikleme ile yapılırdı. Bir başka zaman bir başka aile bu işi yapardı.
Akşam da misafiri yalnız bırakmamak, aynı zamanda sohbet etmek için köyün bazı
erkekleri köy odasına giderlerdi. Motorlu araçların yaygınlaşmasıyla birlikte
köye gelen yabancılar geldikleri gün işlerini bitirip geri dönmeye ballayınca
köy odasına gerek kalmadı, yıkılıp gitti. Şimdi onun yerinde bir ev var.
Köy
Evi
Eskiden evler şimdiki gibi tuğla ya da briketten değil,
kerpiçten yapılırdı. Kerpiç için kırmızı toprak gerekirdi. O nedenle önce
kırmızı topraklı bir yer aranır, bulunurdu. Sonra da toprak, belli bir kıvama gelinceye kadar su ve
samanla karıştırılarak çamur haline getirilirdi. Çamur, iki kişi tarafından
taşınan, “tezgene” denen, sedyeye
benzeyen gerecin üzerinde taşınarak kalıpların bulunduğu yere götürülür ve
orada kalıplara dökülürdü. Buna “kerpiç
kesme” denirdi. Kesilen kerpiçler güneşte kurutulur, daha sonra da evin
yapılacağı yere taşınırdı. Kerpiç kesmek için güneşli havalar kollanırdı.
Yağmur yağması halinde, yeni kesilen kerpiçler eriyip çamurlaşır, emekler boşa
giderdi.
Yukarıdaki resim
kerpicin nasıl döküldüğünü gösteriyor. Gerçek bir tezgene resmi bulamadığım için
benzerini koydum. Gerçek tezgenin kenarları çamurun dökülmemesi için tahta
çakılarak yükseltilir.
Orman Yönetimi ev yapanlara düşük bedelle tomruk verirdi.
Tomruklar getirildikten sonra biçilip lata ya da tahta haline getirilirdi.
Bunun için direkler üzerine bir iskele kurulur, tomruk iskelenin üzerine
çıkarılıp sabitlenirdi. Biri iskelenin altında diğeri üzerinde duran iki
kişinin kullandığı bıçkı ile tomruk biçilirdi. Tomruk çok büyükse önce latalara
bölünür, daha sonra bunlar da biçilerek tahta elde edilirdi. Düzgün biçmek
için, katrana batırılmış iple, istenen kalınlığa göre, tomruk ya da lata
boyunca düz çizgiler oluşturulurdu. Bu işi yapmak için katranlı ip istenen hat
boyunca gerilir, ortasından kaldırılıp bırakılmak suretiyle tomruk ya da lata
üzerinde iz bırakması sağlanırdı.
Tomruk biçimini
gösteren temsilî bir resim
Tomruğun kenarlarından çıkan bir tarafı tümsek tahtalara
kapak tahtası denirdi. Bunlar bahçe ve avlu çevirmek, evlerdeki suvaların
(sofa) güney kısımlarını kapatmak için kullanılırdı.
Evler genellikle ön yüzleri güneye gelecek şekilde
yapılırdı. Ev yapmak için önce “binnez” denilen temel kazılır, yerden belli bir
yüksekliğe kadar taşla duvar örülür, sonra kerpiçle devam edilerek zemin kat
çıkılır, ağaçtan kirişler atıldıktan sonra yine kerpiçle üst katın duvarları örülür,
üzerine çatı çatılır, çatının da üzeri kiremitle örtülürdü.
Kerpiç duvarlar, kerpiç çamuruna benzer bir çamurla
sıvanırdı. Çamurla sıvanan duvarların içi kireç çıkmadan önce “çırpı” denen ak
toprakla badana edilirken, daha sonra kireçle badana edilmeye başlandı. “Çırpı”nın
ya da ak toprağın insan sağlığı için zararlı olan asbest maddesi içerdiği ise
yıllar sonra anlaşıldı.
***
Evin zemin katında genellikle ahır ve samanlık bulunurdu.
Samanlık,
evin bitişiğinde ya da yakınında ayrı bir yapı da olabilirdi. Üst katta da iki
oda bulunurdu. Gündüz odaların her ikisinde oturulsa da bunlardan birine daha
fazla özen gösterilerek ağır misafirler burada kabul edilirlerdi. Odalarda ocak
da bulunurdu. Yemekler ocaklarda yakılan odun ateşinde pişirilip ısıtılırlardı.
Odaların üstündeki çatı boşluğuna “lök” denir, burada yiyecek saklanırdı. Diğer
yiyecekler yanında, kavunlar buraya konur; üzüm salkımları, mısır koçanları
buraya asılırdı. Odaların önünde ise toprak suva (sofa) uzanırdı. Toprak suvanın
bir ucunda ekmek yapılan bir ocak, diğer ucunda tuvalet bulunurdu. Tuvalet, bir
yanı dış duvara dayanan, tersiğin
(gübreliğin) ve ahır deliğinin üstüne gelecek biçimde tahtadan yapılmış kulübe
gibi bir yapıydı. Toprak suvanın önünde, onun devamı niteliğinde tahta suva uzanırdı. Tahta
suvanın güney tarafı, bu yönden gelen sependen (kuvvetli yağmurdan) korunmak
için tahtalarla kapatılırdı. Serpin (tahıl ambarı) genellikle tahta suvanın
altında yer alır, içine oradan girilebilirdi.
Doğduğum bu ev zamanında
tipik bir köy eviydi. Şimdi mirasçısı
tarafından yıkılmaya terk edilmiş durumda
Tipik köy evinin
demirbaşı serpin (tahıl ambarı). İçine
tahıl konulduktan sonra fare ve böcek girmeyecek biçimde ağzı kapatılır.
***
Evlerin odalarına keçe, kilim; toprak suvaya hasır
serilirdi. Gündüz odalarda oturulur, gündelik işler görülür; gece yataklar
yüklükten indirilerek yere serilir, yatılır; sabah olunca da bunlar tekrar
dürülüp yüklükteki yerlerine konulurlardı. Genellikle aynı cinsten birkaç
kardeş aynı yatağı paylaşırlardı. Ana babalar genellikle misafirlerin
ağırlandığı odada yatarlardı.
Çocukluğumda hiçbir evde musluk suyu yoktu. Su kuyulardan
testilerle taşınırdı. Evlerde ayrı bir banyo da bulunmazdı. İbriklerde ya da
kazanlarda ısıtılan suyla odaya konulan büyük bir leğende ya da ahırda banyo
yapılırdı. Elektrik de olmadığından aydınlatmada “idare” denilen fener ile gaz lambası
kullanılırdı.
Kışın soba ile ısınılırdı. Yakacak olarak sobaya odun
konur, çıra ile tutuşturulurdu. Orman Yönetimi, her yıl güzün bir ay süreyle
köylülerin ormandaki kuru ağaç gövdelerini ve dallarını kış yakacağı olarak
evlerine taşımalarına izin verirdi. Köylüler de gerekli hazırlıkları yapar,
sabahları erkenden kalkarak kağnılarıyla ormana gider, beğendikleri odunları
yükleyerek akşamın geç saatinde evlerine getirip yıkarlardı. Gereksinimleri
olan odunu getirebilmek için üç beş sefer yapmaları gerekirdi. Kendininkinden
başka, öküzü eşeği olmayan komşularına odun çekiverenler de olurdu. Getirilen
odun avlunun bir kenarına yığılır, gereksinim duyuldukça kırılırdı.
Evde kullanılan eşyalar işlevseldi. Gereksiz, şatafatlı
eşya bulunmazdı. Her evde bir ibrik, bir leğen, yeteri kadar testi, saklama kabı ve kap kacak bulunurdu.
Keçede oturulur,
idare ya da lamba ile aydınlanılır, ibrik ve leğenle el yüz yıkanır, testiden
su içilirdi
***
Yemekler yer sofrasında yenirdi. Herkes ayrı tabaklardan
değil, sofranın ortasına konan aynı kaptan yerdi. Sabahları kahvaltı yerine
çorba içilirdi. Belli başlı yemek çeşitleri şunlardı:
Çorbalar: Tarhana (köylü ağzında tahrana) çorbası, un
çorbası, doyga çorbası, herse çorbası, ekşili çorba.
Yemekler: Bulamaç, kabuklu fasulye, kuru fasulye, nohut, patates,
patlıcan musakkası, ot kavurması, mıkla, çakma, gölle, arabaşı, topalama, bulgur
pilavı.
Et yemekleri: Kavurma, haşlama et, tavuk, av eti, balık.
Tatlılar: Un helvası, pekmez, aşure (köylü ağzında aşır),
saraylı, incir uyutması, baklava.
Ekmek çeşitleri: Yufka, dibile kömbesi, şipit, pişi, tapılatma,
yüzügüzel.
İçecekler: Ayran, süt, hoşaf.
Çeşitli ev ve
mutfak araçları
Yayla çorbasının yöredeki adı “doyga” çorbasıydı. “Herse”
çorbası aşurelik buğday kullanılarak sütle yapılırdı. Ekşili çorba ekşiliğini
içine konulan ekşi eriklerden alırdı. Bulamaç, yağda kavrulmuş unun su ile
pişirilmesiyle elde edilirdi. “Mıkla”, yumurtalı soğandı. Doğranmış pancar,
fasulye ve nohut eklenerek pişirilirse “çakma” olurdu. Gölle yapımında mısır,
fasulye ve nohut kullanılırdı. Arabaşı yemeği biraz daha karışıktı. Önce bir siniye
hamur dökülür, pişirilirdi. Sonra kuş etleriyle arabaşı çorbası hazırlanırdı.
Daha sonra sininin ortası bir tas sığacak biçimde boşaltılır, çorba buraya konur,
kaşıkla bir hamurdan bir çorbadan alınarak birlikte yenilirdi. “Topalama”,
genellikle Ramazan ayında, dikdörtgen şeklindeki küçük hamur parçalarının yağda
kızartılmasıyla yapılırdı.
Dibile kömbesi şimdiki koşmaya benzerdi. Farklılık
pişirmedeydi. Genellikle haşhaş kullanılarak hazırlanan koşma hamurları, ağzı
tabanından geniş olan “dibile” denilen bir toprak kabın iç yan kenarlarına yapıştırılırdı.
Daha sonra “dibile” ocağa konur, üzeri sacla kapatılır, etrafı ve sacın üzeri
kızgın korlarla örtülerek içindekilerin pişmesi beklenirdi. Bu şekilde pişen
kömbeler son derece lezzetli olurdu.
“Şipit”, arpa ya da mısır unundan sacda yapılan bir çeşit
ince pideydi. “Tapılatma”; küçük, yuvarlak, kalınca bir mayasız ekmekti. “Yüzügüzel”,
mayalı arpa hamurunun sacda özel bir teknikle pişirilmesiyle elde edilirdi.
Köyde kasap yoktu. Kurbanda hayvan kesenler, etin bir
kısmını, daha sonra kullanmak üzere kavururlardı. Yaralanan ya da yeşil yonca
yediği için şişen ve kurtarılma umudu kalmayan hayvanlar da kesilir, komşular bunların
etini, et yeme gereksiniminden çok, sahibine yardım olsun diye satın alırlardı.
O günlerde büyükbaş hayvanını, özellikle öküzünü yitirmek tam bir felaketti.
Dövünerek ağlayan hayvan sahiplerini avutmak çok zor olurdu.
Et gereksinimi daha çok balıkla karşılanırdı. Sazı göle bağlayan Kumbalık’taki boğazda
“civcin” (yavru balık), gölde ise “göğce” ve sazan avlanırdı. Tüfekle keklik,
güvercin meke, ördek; sepetle “gırkla” (ardıçkuşu) avlayanlar da vardı.
“Gırkla” kışın, kuşların yiyecek bulmakta zorlandığı, yerlerin karla kaplı
olduğu zamanlarda avlanırdı. Bunun için özel olarak söğüt dalından örülmüş
sepetler kullanılırdı. Bunlar aslında bir çeşit tuzaktı. Sepet kurmak için,
genellikle, karların ortasında nispeten açık bir alan seçilir; sepet iki
kenarından yere tutturulur; içine
kuşların sevdiği bir yiyecek, özellikle solucan konur; kapağı kuş içeriye girer
girmez kapanacak şekilde ayarlanırdı. Ne kadar çok sepet olursa kuş avlama
şansı o kadar artardı. Sepetler kurulduktan sonra uzaklaşılır, kuşların
hareketleri uzaktan, çaktırmadan izlenirdi. Şayet bir kuş sürüsü sepetlerin
bulunduğu yere inip kalkmışsa gidilip sepetlere bakılır, yakalanan kuşlar
kesilip torbaya konurdu. “Gırkla” genellikle pilavla birlikte pişirilir ve
tadına doyum olmazdı.
Aşağı yukarı her ailede tavuk da beslenirdi. Zaman zaman,
özellikle de ağır bir misafir geldiğinde tavuk kesilirdi. Tavukların
yumurtaları ise hem yenilir, hem de bunlarla bakkaldan ufak tefek şeyler satın
alınırdı.
Misafirler en iyi odaya alınır, onlara eldeki en iyi
yiyecekler ikram edilirdi. Yemekten sonra evin bir küçüğü sabunla birlikte
leğeni misafirin önüne koyar, ibrikle su dökerek elini yüzünü yıkamasına yardımcı
olurdu. Kurulanması için de omuzunda taşıdığı peşkiri (havluyu) misafire
uzatırdı.
***
Her evin bir bahçesi vardı. Bahçede bir iki asma ile
çeşitli meyve ağaçları bulunurdu. Ancak sulama suyu kıt, ilaçlama da
yapılmadığı için üzüm ve meyveler küçük ve hastalıklı olurdu. Su azlığından bahçelerde
sebze yetiştirmek zordu. Mezaraltı, Tekeli,
Yaka gibi sulak yerler sebzeye daha elverişliydi.
Köy
Okulu
Köyümüzün İlkokulu 1946’da yapıldı. O zamana kadar
köylüler ya hiç okul yüzü görmediler ya da Hamza amcam gibi şanslı olanlar, her
gün yaya olarak gide gele Kurucaova’daki İlkokulda okuyabildiler. Okumalarının
askerde de yararını gördüler, çavuş oldular. Askerlik bitince de halk onları
hep çavuş olarak gördü, onlara seslenirken ya da onları anarken Hamza Çavuş,
Hasan Çavuş, Ali Çavuş dedi. Bunda, kim bilir, asker millet olmamızın da etkisi
vardır.
Babam hiç okula gitmemiş olmasına karşın, okumayı yazmayı
bilirdi. Bunu okuma yazma kurslarında mı, kendi kendine mi, yoksa askerde mi
öğrendi, tam bilmiyorum.
Okulumuzun ilk öğretmeni Bademli’den Süleyman Erdoğan’dı.
Gönen Köy Enstitüsünü bitirip gelmişti. İkinci sınıfın ortasına kadar benim de
öğretmenim oldu. Çok sonraları da kayınpederim olacaktı. Süleyman Öğretmen
gittikten sonra yerine Hulki Cevher geldi. Anımsadığım kadarıyla, bizim köy
onun ilk değil, ikinci görev yeriydi.
İlkokulu bitirinceye kadar da onda okudum. Her iki öğretmen, aynı yaşta
ve benden üç yaş büyük olan Mustafa abim ile Hüseyin amcamı da okuttu. Onlarla benim
aramda iki sınıf fark vardı. O yıllarda defter, silgi, kalem çok değerliydi.
Babam genellikle silgi ve kurşun kalemi ortalarından ikiye böler, bir
yarılarını bana, diğer yarılarını abime verirdi.
Burada amcamla ilgili bir anım aklıma geldi. Bir gün
köyde, “Önümüzdeki hafta Beyşehir pazarında her şey bedava olacakmış!” diye bir
yalan ortaya atılmış. Çocukluk bu ya, amcam da buna inanmış. İzleyen pazartesi,
yaşıtı ve sınıf arkadaşı Dübürük Durmuş’u da yanına alarak Sülükçe İskelesi’ne inmiş.
Birlikte gizlice gemiye binmişler. Yarı yolda bunları fark etmişler, fakat iş
işten geçmiş. Beyşehir’e varmışlar. Aç susuz pazarın kurulacağı ertesi günü
beklemeye başlamışlar. Geceyi de göl kenarında, söğüt ağaçlarının altında
geçirmişler. Allahtan havalar iyiymiş! Ertesi gün kalkıp doğruca pazaryerine
gitmişler. Amcam ilk rastladığı karpuz yığınına yanaşarak kucağına kocaman bir
karpuz almış, tam uzaklaşacağı sırada satıcı: “Nereye öyle? Parasını vermeden…”
diye uyarmış. Amcam, ”Bedava değil miydi? diye hık mık etmiş, fakat satıcı: “Ne
bedavası? Sen adamla dalga mı geçiyorsun?” diyerek karpuzu bıraktırtmış ve
amcamları kovalamış. Onlar da yine aç susuz, o gün öğleden sonra gemiye binip
geri dönmüşler. Bugün gibi anımsarım: Ertesi gün okula geldiklerinde Süleyman
öğretmen amcamla Dübürük’ü tahtaya kaldırdı. İki gün okula neden gelmediklerini
sordu. Zaten neden gelmediklerini biliyordu da, bir de kendilerinden dinlemek
istiyordu. Onlarsa korkudan başları önde, titreyerek kem küm ettiler, ama dayak
yemekten kurtulamadılar. Öğretmen beş sınıfın öğrencileri önünde onları bir
güzel dövdü.
O yıllarda öğretmen, sadece çocukların değil, yetişkinlerin
de öğretmeniydi. Her konuda onlara rehberlik eder, yol yordam öğretirdi.
Muhtarın en yakın çalışma arkadaşı, danışmanı ve kâtibiydi. Bu nedenle,
öğretmen el üstünde tutulur, ona karşı saygıda kusur edilmezdi. Herkes ona
güvenir, çocuğunu teslim ederken, “Hocam, eti senin, kemiği benim,” derdi. Bu,
“Ne yaparsan yap, ama onu iyi, kendine ve çevresine yararlı bir adam et!”
anlamına gelirdi.
Her şeye rağmen köylü ile öğretmen arasında anlayış ve
davranış farklılıkları da olabiliyordu. Köylü başından poşuyu çıkarıp şapka
giymeden önce kararsızlık geçirdi mi, bilmiyorum. Ancak, şapkayı bir defa
başına geçirdikten sonra onu sevdiğini ve bir daha onu başından çıkarmak
istemediğini biliyorum. Hatta şapkasını çıkaranları, başı açık gezenleri
yadırgadığını da biliyorum. Nerden biliyorsun derseniz, köyümüzün ilk öğretmeni, rahmetli kayınpederim
Süleyman Erdoğan’ın başına gelenden, derim. O köye gediğinde başı açıkmış, bir
süre daha böyle dolaşmış; ta ki, köylünün seçtiği biri gelip onu uyarana kadar.
Onun köyde başı açık dolaşmasını yadırgayanlar, köyün önde gelenlerinden Salih
Çavuş’a gidip, “Sen bir rica et de, öğretmen köyde başı açık dolaşmasın, şapka
giysin,” demişler. Salih çavuş da Süleyman öğretmene gidip köylünün isteğini
iletmiş. Süleyman öğretmen de köylüyle sürtüşmeye girmemek için o günden sonra
şapka giymeye başlamış. Ancak, bir zaman sonra Salih Çavuş’un bir oğlu İvriz
Öğretmen Okuluna girmiş, köye geldiğinde başı açık gezmeye başlamış. Zamanla
ona başkaları eklenince, köylüler de alışmış başı açığa.
Okulun; öğretmenin kalacağı bir lojmanı, beş sınıfın bir
arada ders gördüğü bir dersliği, bir de işliği vardı. Öğretmen için beş sınıfı
birden okutmak zor işti. Yetişemediği zaman, beşinci sınıftaki iyi öğrencileri
alt sınıflara öğretmen yapardı. Bazen de İstiklal Savaşı gazisi Mehmet Çavuş’u
okula çağırır, biz öğrencilere savaş anılarını anlatmasını isterdi. Mehmet
Çavuş da heyecanla, bazen gözleri yaşararak, bazen gerçekten ağlayarak
anılarını anlatır; biz de dikkatle, saygıyla ve hayranlıkla onu dinlerdik.
Kışın sınıfta soba yakılırdı. Her öğrenci okula gelirken
odun getirirdi. Ders aralarında ısınmak için sobanın etrafında yığılmalar
olurdu.
O yıllarda fakirlik vardı. Çok çocuk yazın yalınayak
gezerdi. Yalınayak gezmekten ayakları nasır bağlar, yara bere içinde kalır,
hatta mikrop kapıp çıban olurdu. Bu çıbana biz “karabağarcık” derdik. Tıptaki
adı nedir, bilmiyorum. Ayaklara diken, kazık gibi şeyler de batar, bunları
çıkarmak için uğraşılırdı. Bazen bir parça, kırık diş gibi, içerde kalırdı.
Benim ve abimin durumu başkalarına bakınca biraz daha
iyiydi. Yazın çorap giymesek de ayakkabımız olurdu. Kışın çorabımız da olurdu.
Anam bunları koyunlarımızın yününden kendi eliyle örerdi. Ancak herkes bizim
kadar şanslı değildi. Bir kış günü bir öğrencinin okula, bırakın çorabı,
ayakkabısız geldiğini hala unutamam.
Benim okuduğum
okul binası sonradan yıkılarak yerine resimdeki yeni bina yapılmıştır, ancak şu
anda boştur. Köyün az sayıdaki öğrencisi okumak için taşımalı sistemle her gün Yenişarbademli’ye
gidip gelmektedir.
Okulun işliğinde, anımsayabildiğim kadarıyla, örs, çekiç
gibi demircilik gereçleri ile dokuma gereçleri vardı. O zamanlar Köy
Enstitülerinde okuyanlara köylerde geçerli olabilecek bir iki de meslek
öğretilirmiş. Okulu bitirenlerden gittikleri yerlerde bunları halka öğretmeleri
istenirmiş. Bizim işlikteki gereçler de o amaçla gönderilmiş olmalıydı. Ama
ben, bunların kullanıldığını hiç görmedim. Sonradan başlarına ne geldiğini de
bilmiyorum.
Okulda en çok sevdiğim etkinliklerden biri, bahar
aylarındaki kır gezileriydi. Kır gezisine gitmeden bir ya da birkaç gün önce
öğretmenimiz nereye gideceğimizi söyler, hazırlıklı gelmemizi isterdi.
Analarımız azığımıza ellerinde bulunan en güzel yiyecekleri koyarlardı. Gezide
öğleye kadar oynar, hoplar, zıplar, koşar; öğle olunca gruplaşır, azıklarımızı
beraberce yerdik. Daha sonra oynamaya yine devam ederdik.
En çok sevdiğim etkinliklerden bir diğeri de 23 Nisan
Çocuk Bayramı kutlamalarıydı. Bayram hazırlıklarına birkaç gün önceden
başlardık. Kırlara ve çayırlara gidip bahar çiçekleri toplardık. Bunlarla
okulumuzu bir güzel süslerdik. Okulumuz rengarenk olurdu. Bayram günü sıra
halinde köyü dolaşır, okula gelir, ana babalarımızın önünde kahramanlık
şiirleri okurduk.
Bayramlar
Her bayram arifesinde kabir ziyareti olurdu. Arife günü,
öğle vakti, camiye düzenli olarak gitmeyen erkekler bile camiye gider, öğle
namazı kılarlardı. Öğle namazından sonra Hoca eşliğinde mezarlığa gidilirdi.
Buna, “kabir üstüne gitmek” denirdi. Mezarlığa varınca, Hoca kuran okur, toplu
olarak dua edilirdi. Daha sonra, herkes kendi yakınlarının mezarlarına gider,
mezarların başında çömelir, ellerini
açıp havaya kaldırarak dua ederdi. İsteyen, gerekirse para vererek, Hoca’ya ya
da bilen birine yakınları için mezarları başında Kuran okuttururdu. Görevini
tamamlayanlar mezarlıktan ayrılır, işlerine güçlerine bakarlardı.
Bu gelenek hala sürdürülmektedir.
Çocukluğumda bayramlar bir başka olurdu. Bayram günü
erken kalkılır, bayram namazına gidilirdi. Biz çocuklar genellikle camiye varır
varmaz içeri girmez, ezanı bekler, tam namaz başlayacağı zaman içeri girer,
arkalarda bir yerde yerimizi alırdık. Hocaya kulak vererek, daha çok da
önümüzdekine, yanımızdakine göz ucuyla bakarak ve onlar gibi yaparak namazımızı
kılardık. Arka sıralarda genellikle çocuklar olduğu için, buralarda hafiften
itişip kakışmalar, kıkırdaşmalar da olurdu; ancak yetişkinler genellikle böyle
şeyleri anlayışla karşılarlardı.
Cami avlusunda
bayramlaşma
Namaz bitince caminin avlusuna çıkılır, bayramlaşılırdı.
Dışarıda, caminin giriş kapısına yakın bir yerde Hoca (İmam) yerini alırdı. Köyün
en yaşlısı Hoca’nın bayramını kutladıktan sonra onun solunda dururdu. Köyün
ikinci en yaşlısı her ikisinin de bayramını kutlar ve en yaşlının soluna geçer
beklerdi. En küçük çocuk da herkesin bayramını tek tek kutlayıp bitirinceye
kadar bu böyle sürerdi. Herkes kimden küçük, kimden büyük olduğunu bildiği için
de bayramlaşmada herhangi bir kargaşa olmazdı.
Bayramlaşmadan sonra, caminin ya da köyün ivedi gereksinimlerini
karşılamak için yardım toplanırdı. Bunun için cami avlusuna bir mendil
serilirdi. Kimse yardım yapmaya zorlanmaz, isteyen istediği miktardaki parayı
mendile bırakırdı.
Bakkal Sadık, her bayramın birinci günü, bayram
namazından sonra, Aşağı Mahalle’deki dükkânının önünde lokum dağıtırdı. Sanki
bu gelenek haline gelmiş bir şeydi. Bütün köylüler bunu bilirlerdi. Bu
nedenle, hiçbir duyuru olmadan, bayram
namazından çıkan insanların birçoğu, özellikle de çocuklar, dağıtılan
lokumlardan almak için bakkal dükkânının önüne giderlerdi.
Bayramlarda çocuklar için eğlenceli bir etkinlik de pişi
toplamaktı. Bunun için ağaçtan, ucu sivri, kılıca benzer bir şey yaparlar; grup
halinde ev ev dolaşıp pişi toplarlar, topladıkları pişileri yaptıkları kılıç
şeklindeki şeye geçirirlerdi. Çocuklar daha çok pişi toplamak için
birbirleriyle yarışırlardı. Pişi toplarken, “Pişi pişi ebenin gedik dişi” gibi
şimdi tamamını anımsayamadığım tekerlemeler de söylerlerdi.
Köyümüzde bayram üç gün kutlanırdı. Bayramın birinci günü
Aşağı Mahalle’de, ikinci günü Orta Mahalle’de, üçüncü günü de Yukarı Mahalle’de
kutlama yapılırdı. Her mahallede bir ya da iki bayram evi belirlenir; köy
halkı, hatta o sırada köyde bulunan yabancı misafirler oralara gider; kurulan
sofralara oturup mahalle sakinlerinin hazırlayıp getirdikleri bayram
yemeklerini yerlerdi.
Zamanla bayram evlerine gidip yemek yiyenlerin sayısı
azaldı. Bu nedenle, bayram evlerindeki yemekli kutlamalar önce bir güne
indirildi, bir süre sonra da ilgisizlikten tamamen kaldırıldı. Şimdi, tıpkı
kentlerde olduğu gibi, bizim köylüler de bayramı kendi evlerinde kutluyorlar.
Ancak camideki bayramlaşma hala devam ediyor.
Düğün
Kız isteme, söz kesme ve nişandan sonra sıra düğüne
gelirdi. Düğünler genelde harmandan sonra, güzün yapılırdı. Düğün gününden önce
şehire izinname almaya ve ”urba görme”ye
gidilirdi. Kıza ve oğlana düğünde giyecekleri elbiselerin alınmasına “urba
görme” denirdi. Bu vesileyle kız ve
oğlanın yakınlarına da çeşitli kıyafetler ve elbiselik kumaşlar alınırdı. Düğün
gününe bir hafta kala “okuntu” gönderilerek eş dost düğüne davet edilirdi.
Okuntu mendil, havlu, yazma, çorap, kumaş gibi şeyler olurdu. Okuntu
gönderilmeksizin davet edilmek istenenlerin kapılarına da çırpı ya da varsa
tebeşirle çarpı işareti konurdu.
Üç gün sürecek olan düğün cuma günü ikindi vakti silah
atılarak oğlan evine bayrak dikmekle başlardı.
Daha sonra çalgıcılar davul,
zurna, saz ve darbuka çalarak türkü ve şarkı söyler, gençler oynarlardı.
Cumartesi günü de çalgıcılar köyün çeşitli yerlerinde,
özellikle kahvelerde çalgı çalmaya, gençler de oynamaya devam ederlerdi. Akşam olunca kız evinde "Kına Gecesi" yapılırdı. Kına
gecesinde kadınlar kendi aralarında eğlenirler, türküler söyleyerek kıza ve
arkadaşlarına kına yakarlardı. Gelin kız, kına yakma töreninde söylenen yanık
türkülerin de etkisiyle örtünün altında ağlamaktan kendini alamazdı. Aynı
akşam, oğlan evinde, ertesi gün verilecek düğün yemeğinin hazırlanmasına
başlanır, gerekirse bütün gece bu iş devam ederdi. Yardım edeni çok olmakla birlikte yemek
pişirme işini bu işlerde deneyim sahibi, becerikli bir kadın yönetirdi. Tabi
ona emeğinin karşılığı verilirdi.
Pazar günü en önemli gündü. O gün bütün davetliler gelmiş olurdu. Öğleye
doğru Harman’a “öngül”e gidilirdi. Kendine güvenen avcılar tüfekleriyle belli
uzaklıktaki bir taşın üzerine dikilen yumurtayı vurmayı denerlerdi. Yumurtayı
vuran olursa yerine yeniden yenisi dikilir ve bu böyle bir süre devam ederdi.
Yumurtayı vurmayı başaranlara havlu hediye edilirdi. Onlar da havluyu
tüfeklerinin namlusuna bağlayarak ortalıkta gezinir, caka satarlardı.
Öngülden sonra yemek yenir ve daha sonra da çalgıcıların
eşliğinde topluca kız evine gelin almaya gidilirdi. O anlar heyecanın doruğa
çıktığı anlardı. Kız evinde telaş, sevinç, üzüntü hepsi bir arada yaşanırdı.
Sonunda başında kırmızı duvağı, belinde yine kırmızı kuşağıyla merdivenlerde
gelin görünürdü. Babası gelini kolundan tutarak yolda hazır bekleyen etrafı
geri ile kapatılmış kağnıya kadar götürürdü. Kız kağnıya binmeden önce
babasının elini öperek vedalaşırdı. O anda kız evinden çok kişinin ağlaştıkları
duyulurdu.
Düğün alayı oğlan evinin önüne geldiğinde çalgılar susar,
herkes kıbleye dönerek hoca refakatında dua ederdi. Ayrıca gelin içeri girmeden önce içinde şeker
ve bozuk para bulunan bir testi kırılırdı. Böyle yapılırsa gelinin eve bolluk
ve bereket getireceğine inanılırdı. Para ve şekerleri de çocuklar kapardı.
O yıllarda çocuklar, ana, baba, ebe, dede, üç kuşak bir
arada yaşardı. O nedenle gelin genelde ilk önce kaynana, kaynata evine giderdi.
Kendi gitmeden hemen önce eşyaları oğlan evine gönderilir, orada bir oda
bunlarla döşenirdi. Gelin, oğlan evine geldiğinde, “gelin odası” denen bu odaya
girerdi. İlerde, gerekirse ve koşullar elverirse yeni evlilere ayrı bir yuva
kurulurdu.
Çocuk
Oyunları
Çocukluğumuzda şimdiki gibi hazır oyuncaklar yoktu.
Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Hayvan kılından top, ağaç dalından ya da
kamıştan düdük, küçük sandıklardan araba, dallardan ok ve yay yapardık. Aşık
atar, bilye oynar, buz üzerinde ya da pürüzsüz bir zeminde fitçe (topaç)
çevirirdik. Harman yerindeki ekin yığınları arasında saklambaç oynamaktan çok
hoşlanırdık. Ayrıca tektirme, somanak, düllek, kale gibi yöremize özgü
oyunlarımız da vardı. Bunları kısaca açıklayayım:
Tektirme oyunu:
Yaklaşık 1 metre uzunluğunda, ince, esnek bir dal parçası ile oynanır. Dal
parçasının orta yerinden tutulup bir ucu yere vurulmak suretiyle ileriye doğru
sektirilir. Çubuğu kim en uzağa sektirebilirse o kazanmış sayılır.
Somanak oyunu:
Ucu sivriltilmiş 50 santimetre civarında somanak denilen kazıklarla oynanan bir
oyundur. Toprağın nispeten yumuşak olduğu yerlerde iki kişi arasında oynanır.
Oyunculardan biri kazığı yukarı kaldırır, toprağa derin bir biçimde saplamak
için var gücüyle yere doğru fırlatır. Diğer oyuncunun yapacağı iş, kendi
somanağını rakibinin yere çaktığı somanağı söküp düşürecek şekilde yere
saplamaktır. Bunu başarabildiği takdirde rakibinin somanağını almaya hak
kazanır. Bazı yetenekli oyuncular, karşısındakinin bütün somanaklarını alıp onu
eli boş evine gönderebilirler.
Düllek oyunu:
1 metre civarında bir değnek ve düllek denen bir karış boyunda, başparmak
kalınlığında, iki ucu birbirine zıt yönde kaval ucu gibi şevli kesilmiş bir dal
parçasıyla oynanır. Şevli uçlardan
birine değnekle vurularak dülleğin havaya kalkması ve havadayken de ortasına vurulmak
suretiyle olabildiğince uzağa düşmesi sağlanır. Dülleği kim daha uzağa
düşürürse o kazanır.
Kale oyunu:
Bir taşın üzerine dikilmiş nispeten daha küçük bir taşın, oyuncuların
belirleyeceği bir uzaklıktan taş atmak suretiyle düşürülmesinden ibarettir.
Taşı ilk düşüren kazanır.
Sağlık
Çocukluğumda, bırakın bizim köyü, altı köyün bulunduğu koskoca Yenişar
yöresinde ne bir doktor ne bir hemşire ne de bir ebe vardı. Sadece,
sanırım yılda bir, ilçeden Sıtma Savaş Ekibi gelir, sivrisineklerin
üreyebileceği yerleri ilaçlayıp giderdi. Bir de yine ilçeden gelen sağlıkçılar
tarafından toplu çiçek ve kızamık aşıları yapılırdı. Diğer sağlık konularında
ise köylüler sanki kaderlerine terk edilmiş gibiydiler.
O yıllarda modern doğum kontrol yöntemleri bilinmediği
için istenmeyen gebelikler çok oluyor, bu tür gebelikleri ilkel yöntemlerle
sonlandırmaya çalışan kadınlar bazen aşırı kanamadan yaşamlarını
yitirebiliyorlardı. Doğumlar da ehil olmayan kişiler tarafından sağlıksız
koşullarda yaptırıldığı için bazen bebek, bazen anne, bazen de her ikisi birden
ölebiliyorlardı. Hatta tarlada çalışırken sancılanıp oracıkta doğuran kadınlar
bile oluyordu. Celil’in karısı Nesli (Neslihan) de oğlu Ali’yi Göynük’te
işteyken doğurmuş, bundan dolayı Ali’nin adı “Göynük Ali’si”ne çıkmıştı.
Köyün dişçisi, bu konuda hiçbir ehliyeti olmayan ve asıl
işi çiftçilik olan Hüseyin Oktay’dı. Çeşitli ilkel yöntemlerle diş ağrısını
durduramayan insanların dişlerini kanırta kanırta ve bağırta bağırta kerpetenle
çekerdi.
Sünnetçi ise berber Hilmi’ydi. Berber Hilmi Şarkikaraağaç’ta otururdu.
İlçe’nin diğer köyleri gibi bizim köyü de, sünnet çağına gelmiş çocukları topluca
sünnet etmek için, birkaç yılda bir ziyaret ederdi. Sünnet günü, yetişkinler,
sünnet olacak çocukları çiş yaptırır gibi kucaklarına alarak açık havada yan
yana dizilirler, berber Hilmi de sırasıyla operasyonu gerçekleştirirdi. Bu
arada ağlayan, kaçmaya çalışan çocuklar olur, bunlar çeşitli vaatlerde
bulunularak ya da şeker verilerek avutulmaya çalışılırlardı. Ben, üç yaş daha
küçük olmama karşın, Hüseyin amcam ve Mustafa abimle birlikte sünnet
edilmiştim. O zaman kaç yaşında olduğumu bilmiyorum. Ancak henüz okula
gitmiyordum. Mevsim de yaz olmalıydı, zira yaralı pipimizin tahriş olmaması
için entarimizin eteğini kaldırarak ortalıkta dolaşırken etrafımızda sinekler
uçuşuyordu.
Kırık çıkık işlerine, kendi koyun sürüsünün çobanlığını
yapan Azmi dayı bakardı. Kırığı çıkığı olanlar ona sardırırlardı. Bazen de bu
iş için Bademli’de oturan Abban’a gidenler olurdu. Abban aynı zamanda bel
ağrılarına da bakardı. Onun iyi bel çektiğini söylerlerdi.
O devirde doktora ulaşmak, ilaç bulmak zordu. İnsanlar
dertlerine muskayla, okuyup üflemekle, atadan kalma yöntemlerle derman
arıyorlardı. Yüz küsur köyü olan koskoca Beyşehir ilçesinde iki doktor ve bir
eczane vardı. Babam oradan asprin, gripin, zatürre hapı, ağrı kesici, penisilin
iğnesi gibi şeyler getirip dükkânında satardı. Bunların reçetesiz olarak
satılması belki o zaman da yasaktı, ama başka çare de yoktu. Babam, iki
amcasının genç yaşlarında titreye titreye zatürreden öldüklerini, şayet o
zamanlar zatürre hapına erişilebilseydi bu ölümlerin olmayabileceğini, köye
zatürre hapının girmesiyle bir çok insan canının kurtulduğunu söylerdi.
Çocukluğumun ilk yıllarında köyümüzde iğne yapan biri de
yoktu. Zaten iğne yaptırmak gibi bir adet de bulunmuyordu. Sonraları,
Kurucaova’da oturan ve askerliğini sıhhiye sınıfında yapmış olan Mehmet çavuş
zaman zaman ya da davet üzerine bizim köye gelip iğne yapmaya başladı. Zamanla
bizim köyden de iğne yapanlar çıktı. Bunların en başta geleni Mehmet Ali
öğretmendi. Ne var ki, bazen ehliyetsiz kişilerce yapılan iğne yüzünden sakat
kalanlar da oluyordu. Örneğin, Hamza dayı (Alkan) Mehmet Ali öğretmenden kendisine
bir iğne yapmasını istemiş, Mehmet Ali öğretmen o iğneyi yapamayacağını, bunun
risk içerdiğini, uzman birine yaptırmasının daha doğru olacağını söylemiş,
ancak Hamza dayı çok ısrar edince o da iğneyi yapmak zorunda kalmıştı. Ne yazık
ki, bu iğne yüzünden Hamza dayı topal oldu ve ölünceye kadar da öyle kaldı.
Ancak biraz da kusur kendinde olduğundan davacı olmadı.
Sağlık konusunu bitirmeden önce biraz da babaannemin
annesi olan Zehra ebemden söz etmek istiyorum. Zehra ebem iyi huylu bir ihtiyar
kadındı. Elinden her iş gelirdi. Ben ve eşim dâhil köydeki birçok çocuğu o
doğurtmuştu. 1968 yılında ölmeden önce köyün en yaşlısıydı. Biz onun yüz
yaşında falan olduğunu sanırdık, ancak sonradan öğrendim ki öldüğünde seksen
dört yaşındaydı. Beli iki büklüm olmuş, gözleri ise uzun zamandır görmüyordu.
Muhtemelen kataraktı. Basit bir ameliyatla gözleri açılabilirdi. Ne var ki, o
günlerdeki olanaksızlıklar yüzünden bu kimsenin aklına bile gelmedi ve Zehra
ebem ölmeden çok önce karanlığa gömüldü. Bununla birlikte, o halinden hiç
şikâyet etmedi; iyimserliğini ve dinginliğini hiç yitirmedi.
Giyim
Kuşam
Aileler sadece yiyecek ve içeceklerini üretmekle kalmaz,
giyeceklerini de kendileri dikerler ve örerlerdi. Kadınlar, Amerikan bezinden herkes
için don ve şimdiki atlet yerine geçen
“iç gömlek”; kara dimiden (
Amerikan bezinin siyahı) çocuklar için pantolon ve önlük; kadife, divitin ve
pazenden kendileri için entari dikerlerdi. Koyun ve kuzularının yününden
“”tengerek” denilen iğlerle ip eğirip bununla çalpana (kadınların peştamalları
üzerine doladıkları bir tür kemer), çorap, takke, kazak vb. örerlerdi.
Becerikli kimi kadınlar başkaları için de dikiş dikerlerdi, fakat işi sırf
kadın terziliği olan kimse yoktu. Yörede bulunan az sayıdaki terzi ise sadece erkekler
için elbise dikerdi. Yine de çok kişi bunları yeğlemez, ikinci el ceket ya da
takım satın alırdı. Elde dikilmiş pantolon ve gömlek giyen yetişkin de çoktu.
Eskiyen elbiseleri yamamak, yıpranan kazakları ve delinen çorapları gözemek
yaygındı.
Erkekler önceleri “gön”, yani deriden yapılmış çarık
giyerlerdi. “Gön” çarık, kuruyunca ayakları vurup acıttığından, sık sık suda
bekletilerek yumuşatılırdı. Zamanla lastik çarıklar, daha sonra da lastik
ayakkabılar bunların yerini aldı. Bir süre sonra da kadın ve çocukların
yeğledikleri renkli naylon ayakkabılar çıktı.
Baş giysisi olarak da erkekler genellikle şapka giyer,
kadınlar başörtüsü takarlardı.
Zamanla lastik
ve naylon ayakkabılar gön çarığın yerini aldı
El
Sanatları
Köylüler kullandıkları birçok şeyi de kendileri
yaparlardı. Anam özel olarak yapılmış bir tezgâhta sazdan hasır dokurdu. Ebem
yine bir tezgâhta kıl ve yün iplerden kilim ve golf pantolona benzeyen şalvar
yapımında kullanılan kalın bir kumaş dokurdu. Dokunan kumaş, dikilmeden önce bu
iş için özel olarak yapılmış bir oluğa konur, üzerine sıcak su dökülerek
“depki” denen, iki ucundaki saplarından birer kişinin tuttuğu alt kısmı kertikli
bir kalasla tepilirdi. Tepme işlemi, kalasın, aşağıya indirilirken ileriye
doğru itilip, kaldırılırken geriye doğru çekilmesi suretiyle yapılırdı. Buna “şalvar
tepme” denirdi.
Çocukluğumda köyde kendir de ekilirdi. Biçilen kendir
sapları önce güneşte sarartılır, sonra suya bastırılarak bir süre bekletilir,
daha sonra da lifleri soyulurdu. Soyulan lifler tokmakla dövülür, taraktan
geçirilir, eğrilerek kalın ip haline getirilirdi. İstenen kalınlığa göre
değişik sayıdaki ip bir araya getirilerek bükülür, böylece sicim ya da urgan yapılmış
olurdu. Köyümüzde bu işin ustası Halil Ağa’ydı. Onu zaman zaman evinin önündeki
sokakta urgan bükerken görürdük.
1960’lı yılların sonlarında köyümüze halıcılık da girdi.
Kadir adında bir yabancı köye geldi ve burada halıcılık yapmak istediğini söyledi.
Ancak köyde o zamana kadar ne bu işi yapan ne de halı dokumasını bilen biri
vardı. Kadir Usta bunun önemli olmadığını, kendisine kalabileceği bir oda ile
halı atölyesine çevirebileceği bir yer sağlandığı takdirde gerisini kendisinin
halledebileceğini bildirdi. Babam da bu işin köy için hayırlı olacağını
düşünerek nispeten düşük bir bedel karşılığında evin bir odası ile alt kattaki ardiyeyi
Kadir ustaya kiraladı. Böylece köyümüzde halıcılık başlamış oldu.
Köylüler
kilim, hasır gibi kullandıkları birçok şeyi de kendileri yaparlardı
Halı atölyesinin açılışından kısa bir süre sonra birçok
köylü kızı ve kadını halı dokumayı öğrendi. Ayrıca bu iş atölyedeki tezgâhlarla
sınırlı kalmadı. Birçok aile kendi evine tezgâh kurdurdu. Hatta zamanla
köyümüzden de birkaç halı patronu ortaya çıktı. Böylece uzun yıllar kadınlar kazandıkları
paralarla aile bütçesine destek oldular, kızlar çeyizlerini düzdüler. Ancak
makine halılarının yaygınlaşmasıyla işler bozuldu. Dokuma halılar makine
halılarıyla rekabet edemedi. Atölyeler kapandı ve evlerdeki tezgâhlar söküldü.
Tarım
Köye hiçbir makinanın girmediği çocukluk yıllarımı anımsarım.
O yıllarda, üretimde insan, hayvan ve doğa güçlerinden yararlanılırdı.
Tarlalar, saban ya da pullukla sürülür; arpa, buğday, yulaf vb. elle ekilir,
orak ya da kosa (tırpan) ile biçilir; saplar harman yerine kağnılarla taşınır,
düvenle dövülür; rüzgârlı havada yabalarla savrularak taneler samandan ayrılır;
tahıl ve saman kağnılarla ambarlara ve samanlıklara taşınır; buğday su
değirmenlerinde öğütülüp un haline getirilir; hamur elle yoğurulur; ekmek ocak
ve tandırlarda pişirilirdi.
Tarlalar saban
ya da pullukla sürülür, orak ya da kosa ile biçilirdi
Sap kağnıyla
taşınır, düvenle dövülür, harman yabayla savrulurdu. Sapı kağnıya yüklemek için
azanat, samanı “geri”ye ya da samanlığa atmak için atkı kullanılırdı.
Üretimde yapay gübre kullanılmazdı. Evde beslenen
hayvanların tersleri (dışkıları), “tersik” denen bir yerde toplanırdı.
Genellikle evlerin altında olan ahırların havalandırma delikleri dışarıda
bulunan tersiğe açılır, ahırdaki hayvan pislikleri kürekle bu delikten tersiğe
atılırdı. Buna, “ters atma” denirdi. Tersikte biriken gübre yılda bir kez,
genellikle güz mevsiminde selelerle tarlalara götürülür, öbek öbek dökülürdü.
Buna da “ters çekme” denirdi. Daha sonra öbek halindeki tersler tarlaya
yayılır, bir süre sonra da sürülüp toprağa karıştırılırdı. Hayvanların
gezindiği harman yerlerinden ve çayırlardan tezek toplayıp tarlasına götürenler
de olurdu.
Güzün selelerle
tarlalara ters (hayvan gübresi) çekilirdi
Üretimde kimyasal ilaç hiç kullanılmazdı. Ekinlerin
içindeki otlar elle yolunur, sebze ve meyve bahçelerinin otları ise çapalanarak
yok edilirdi. Kuşlar korkuluklarla, iplere asılmış çıngıraklarla ürkütülürdü.
Ürünleri sadece hayvanlardan korumak yetmezdi, insanlardan da korumak
gerekirdi. Bu amaçla bağlarda, bahçelerde direkler üzerine tahtadan küçük
kulübeler yapılır, gündüzleri oralarda beklenir, geceleri de yatılırdı.
Yatılmasa bile dışarıya karşı yatıldığı izlenimi verilirdi. Kimi hastalık ve
zararlılara karşı ise o günün koşullarında yapılacak bir şey yoktu. Bu yüzden
elmalar, armutlar kurtlu ve lekeli; üzümler basıralı (küllemeli), tahıllar
paslı olabilirdi.
Direkler üzerine
tahtadan yapılan kulübelerde bağ ve bahçeler beklenirdi. Elbette o zamanlar
uydu televizyon yoktu.
Şimdiki gibi arpa, buğday tohumlukları dışarıdan satın alınmaz,
hasadı yapılan ürünün bir kısmı tohumluk olarak ayrılırdı. Nitelikli kavun,
karpuz, kabak ve hıyarların çekirdekleri çıkarılır, bunlar tohumluk olarak
kullanılırdı. Soğan, sarımsak, marul gibi sebzelerden bir kısmı da hasat
edilmez, tohuma bırakılırdı.
Görüldüğü gibi, üretim için neredeyse dışardan bir şey
satın almak gerekmezdi. Çiftçi, genellikle, gübreyi hayvanlarından elde eder,
tohumluğunu kendi ürününden ayırır, tarlasını kendi eker biçerdi. Cebinden pek
para çıkmazdı, ama o koşullarda üretmek zor işti. Ailede herkesin sabahtan
akşama kadar çalışması gerekirdi. Elde edilen de çekilen zahmete göre fazla
sayılmazdı. Makine olmadığı için işgücünün verimliliği düşüktü. Elde edilen
ürün belki sağlıklıydı, ancak bir çok bakımdan nitelikli değildi. Üretmek zor,
üretilen yetersiz ve niteliksiz olunca da, çiftçinin tam olarak yaşamından
hoşnut olması beklenemezdi. Dert çok, derman azdı.
Hayvancılık
Köyümüzdeki hayvancılık, bugün olduğu gibi o yıllarda da
zayıftı. Belki hayvanı olmayan da varmıştır; ama olanın, ancak bir iki sığırı,
beş on koyunu vardı. Köylüler hayvanlarını bir araya getirerek sürü
oluştururlar, sürünün başına da bir çoban tutarlardı. Sadece Azmi Dayı tek
başına bir sürü oluşturabilecek kadar koyuna sahipti, sürüsünün çobanlığını da kendisi
yapardı.
Köyün bir tek sığır sürüsü vardı. Her hanenin ancak bir
iki ineği, bir çift öküzü bulunduğu, öküz ve boğalar da istenmeyen gebeliklerin
önlenmesi için sürüye katılmadıkları için bir tek sürü ancak oluşurdu. Bu sürü
için de bir çoban tutulurdu. Çobanın emeğinin karşılığı, sığır sayısına göre,
yılda bir defa, o da harman sonu, ya para ya da köylünün ürettiği bir şey,
genellikle de buğday olarak ödenirdi.
Köylüler, sığırlarını her sabah Sığır Harmanı’nda çobana
teslim ederlerdi. Çobana teslim etmek üzere sığırları Sığır Harmanı’na
götürmek, “sığır sürümeye gitmek” olarak ifade edilirdi. Çoban sürüyü gen
(sürülmemiş) yerlerde, hasadı yapılmış tarlalarda ve Çayır’da otlatır, öğle
vakti sıcak çöktüğünde Dörtsöğüt’e götürüp sular, bir iki saat göl kıyısında
yatırdıktan sonra Çayır’da tekrar otlatır, akşama doğru da köye getirip
salıverirdi. Salınan hayvanlar hiç kimsenin yol göstermesine gerek kalmadan
evlerini bulurlardı.
Koyun sürüsü ise birkaç taneydi. Sığır sürüsünden farklı
olarak bunlar için çoban tutulmazdı. Herkes sahip olduğu hayvan sayısına göre
keşikleme çobanlık yapar, kendi yapamazsa bedeli karşılığında bir başkasını
çoban tutardı. Analarını emmelerini önlemek için kuzular koyun sürülerine
katılmazdı, aksi halde insanlar sütsüz kalırlardı. Koyun çobanları da
sürülerini sabahları Sığır Harmanı’nda toplar, sığır sürüsünün otlatıldığı
yerlerde otlatır, öğle vakti sıcak çökünce bir meşe ya da söğüt ağacının altına
götürüp yatırır, sıcak geçince kaldırıp yakındaki bir su kaynağına, genellikle
de göle götürüp suladıktan sonra otlatmaya devam eder, akşam olunca da köye
getirip salıverirdi. Tıpkı sığırlar gibi onlar da evlerinin yolunu kendileri
kolayca bulurdu.
Az önce söylediğim gibi, kuzular; öküz ve boğalar sürüye
katılmazlardı. Kuzular genellikle ailedeki küçük çocuklar, koyunlar ve öküzler
ise gençler ya da yetişkinler tarafından güdülürlerdi (otlatılırlardı).
Kış geldiğinde ise koyunlar ağıllarda, sığırlar ahırlarda
arpa, yulaf, mısır vb. eklenmiş ot ve
samanla beslenir, kuyu başlarındaki yalaklara götürülüp sulanır, aynı zamanda
da gezdirilirlerdi.
Harman
Sonu Yapılan İşler
Her yıl harmandan sonra sıra bulgur kaynatmaya, tarhana
yapmaya ve pekmez kaynatmaya gelirdi. Biz çocuklar bunları sabırsızlıkla
beklerdik.
Bulgur kaynatma zamanı yaklaşınca Bağ
Sokağı’ndaki badem ağaçlarından badem toplar, kırıp içlerini çıkarır, iplere
gerdanlık gibi dizerdik. Taze bulgurla (kaynatılmış buğday, hedik) birlikte badem
yemenin tadı bir başka olurdu.
Bulgur kaynatma
Bulgur kaynatmaya Hamza amcamla birlikte giderdik.
Kağnılara gerekli olan şeyleri yükledikten sonra kendimiz de binerek Sülükçe’ye
inerdik. Orada ocaklar yakılır, üzerlerine kazanlar oturtulur, kazanlara su ve yıkanmış
buğday doldurularak kaynatmaya başlanırdı. Arada sırada karıştırılarak
pişirilen buğdaylar önce süzülür, sonra da yere serilmiş bezlerin üzerine yayılarak
kurumaya bırakılırdı. Buğdayların kuruması birkaç gün alırdı. Bu arada zaman
zaman karıştırılmaları gerekirdi.
Dibek dövme
Kurutulan buğdaylar daha sonra hafif nemlendirilerek köy
malı olan dibek taşında dövülürdü. Dövme işi birkaç kadın tarafından “solgu”
denilen iri ağaç tokmaklarla yapılırdı. Dövme bitince buğdaylar yeniden
kurutulur, daha sonra da savrularak kepeklerinden ayrılırlardı. Bu hale
getirilmiş buğdaydan doğrudan aşure ya da çorba yapılabildiği gibi, değirmende öğütülerek
yarma ya da bulgur da yapılabilirdi.
Tarhana yapmak,
tıpkı bulgur kaynatmak gibi yetişkinler için meşakkatli olsa da, biz çocukların
çok hoşuna giderdi. Anam tarhana için bir yaz boyu tulukta yoğurt biriktirirdi.
Tarhana yapılacağı zaman geniş kaplara alınan yoğurt önce ezilip sulandırılarak
ayran haline getirilir, sonra da tufranda sallanarak yağı alınırdı. Yağı alınan
ayran kazanlara konularak ısıtılır, ılıdığı zaman hem üzerine yavaş yavaş
buğday yarması dökülür hem de tahta bir kürekle sürekli karıştırılırdı. Karışım
kaynayarak istenen kıvama gelince kazan indirilir ve soğumaya bırakılırdı.
Yeni pişmiş tarhana tavada tereyağıyla kavrulunca çok
lezzetli olurdu. Zaten çocuklar olarak tarhana yapımını dört gözle beklememizin
en önemli nedeni de buydu.
Pişmiş tarhana bir süre bekleyip soğuduktan sonra kadınlar
bir araya gelir, tarhanadan ufak parçalar alarak onlara şekil verirlerdi.
Çocukluğumda köyümüzde yapılan tarhanalar, sol elin parmakları bitiştirilip
yukarı doğru büzüldüğünde avuç içinin aldığı şekil neyse o şekilde olurdu,
çünkü kadınlar tarhanaya şekil verirken sol ellerini kalıp gibi kullanırlardı
(tabi solak olmayanlar). Sonradan işin kolayına kaçıldı, tarhanaya, mayalı
ekmek gibi açılarak yuvarlak bir şekil verilmeye başlandı. Şekli ne olursa
olsun tarhananın incesi makbuldür, çünkü ıslatması, kızartması ve yemesi daha
kolaydır.
Tarhana yapma
Şekil verilen tarhanalar hasır ya da bezler üzerinde kurutulduktan
sonra bez çuvallara konularak saklanırdı. Kuru tarhanadan çorba yapılır ya da
kış gecelerinde sobada kızartılarak yenirdi.
Pekmez kaynatmaya
gelince, bunu herkes değil, bağı olanlar yapardı. Bağ bozumunda, çeşme yalağı gibi
gideri olan ahşaptan yapılmış yaklaşık 1-1,5 m eninde, 3 metre boyunda ve 1 m
yüksekliğinde olan şarahmana kağnıya yüklenerek bağa götürülür, sepetlere
toplanan üzümler şarahmanaya boşaltılırdı. Şarahmana dolunca evin bahçesine
getirilir, çizmelerle çiğnenerek üzümlerin şırası, yani suyu çıkarılırdı.
Şarahmanadan akan şıra kazanlarda toplanarak kaynatılır, bu arada ekşiliğini
gidermek için şıraya belli oranda (100 kilo şıraya 3-4 kilo) pekmez toprağı ya
da kül eklenirdi. Şıra kaynadıktan sonra ocaktan alınır, temiz bir kaba
aktarılır ve en az 5-6 saat dinlendirilirdi. Dinlenme esnasında dibe çöken tortu
bırakılarak şıra tekrar kaynatma kazanına alınır ve kaynatılırdı. İstenen
kıvama gelince de ocaktan indirilir ve saklama kaplarına konurdu.
Şarahmanada
çizmelerle ezilerek üzümlerin şırası çıkarılırdı
Yardımlaşma
Biri, başka birinin işine genellikle para için değil,
“ödünç” giderdi. Yani, “bugün sana, yarın bana” demekti bu. İşler genellikle böyle yardımlaşılarak, para verilmeden yürütülmeye çalışılırdı.
Ekin biçme, sap çekme, bağ bozma gibi bir ailenin tek
başına yapmakta zorlanacağı tarım işlerinde aileler yardımlaşır, önce birinin,
sonra da diğerlerinin işini birlikte yaparlardı. Kerpiç keserken, ev yaparken
de böyleydi.
Yardımlaşılan işlerde, ev sahibesi, yardıma gelenlere
misafir gibi davranır, onlara yapabildiği en güzel yemekleri yapar, bulabildiği
en güzel yiyecekleri sunardı. Yemek dışında da, zaman zaman, çay ya da ayran
ikram ederdi. O günlerde kötü bir adet de vardı: Çalışanlar için sigara
bulundurulurdu.
Değiş
Tokuş
Çocukluk yıllarım yokluk yıllarıydı. Her aile kendi
yağıyla kavrulmaya çalışırdı. Önceki yıllar daha da kötüymüş! Savaş yılları ne
de olsa…“Köylünün cebinde askerdeki oğluna mektup göndermek için pul alacak
para bile yoktu!” diye anlatırdı babam.
Cepte para olmayınca da herkes ihtiyacı olan şeyleri
mümkün olduğu kadar kendi üretmeye çalışır, üretemediklerini de ürettikleriyle
değiştirirdi. Birinin fasulyesi yok buğdayı varsa fasulyesi olup buğdayı
olmayan başka biriyle değiş tokuş ederdi. Yumurta ise o yıllarda neredeyse para
gibi bir şeydi. Bakkaldan olsun, seyrek
de olsa köye gelen çerçilerden olsun yumurta ile alışveriş yapılabilirdi. Hatta
çocukluğumun ilk yıllarında bizim bakkalda yumurtadan başka buğday da para olarak
kabul edilirdi. Babam biriken yumurtaları büyükçe olan boş cam sandıklarına
sıra sıra dizer, aralarına kırılmamaları için saman koyar, sandıkların
ağızlarını tahtayla kapatıp çiviler, “şehir”e (il ve ilçelere, özellikle de
Beyşehir’e sadece ‘şehir’ denilirdi) mal almaya gittiğinde onları da götürüp
satardı. Hatta bu, abim ve amcamla
birlikte Beyşehir’de ortaokulu ve liseyi okuduğumuz yıllarda da devam etti. Babam,
o zamanlar, alıcının ıskartaya çıkardığı kırık yumurtaları eve getirirdi.
Yanına bir de helva satın alıp gelmişse biz de bayram ederdik! Bakkalda mal
karşılığı kabul edilen buğdaylara gelince, onlar da yazın sürüleriyle yöremize
gelen Yörüklere satılırdı.
Değiş tokuş sadece bir köyde oturanlar arasında değil,
köyler arasında da olurdu. Öyle ki, bizim köye Kurucaovalılar elma, Bademliler
kiraz, Gartozlular (Yakalılar) ceviz, hatta yazın kıl çuvallarda kar getirerek bunları gereksinimleri
olan ürünlerle değiştirirlerdi. Bizim köylüler de başka köylere dut, domates
vb. götürürlerdi. Konuk olunan evin sakinleri değiş tokuşa yardımcı olurlardı.
Babamın
Bakkal Dükkânı
Dükkân ben doğmadan çok önce açılmış. İlk açıldığı
yıllarda tuz, gaz, kibrit vb. gibi zorunlu ihtiyaç maddeleri bulundurulurmuş.
Zaten köylüde de daha fazlasını alacak para yokmuş.
Benim çocukluk yıllarım biraz daha iyiydi. Beyşehir’e
eskiden olduğu gibi kayıkla değil motorlu gemiyle gidilip geliniyordu.
Şarkikaraağaç yolu da açılmıştı. Yol iyi değildi, düzenli otobüs seferi falan
yoktu, ama seyrek de olsa motorlu araçlar gidip gelebiliyordu.
Zaman zaman köyde başka dükkânlar da açıldı, fakat
hiçbiri bizimki kadar uzun ömürlü olmadı. Babam işini seven, bilen, güvenilir
biriydi. Köylünün gereksinimi olan her şeyi bulundururdu. Tuz, yağ, şeker, çay,
gaz yağı, lokum, bisküvi, sigara, elbiselik kumaş, ayakkabı, çivi, burgu, eğe,
keser, kazma, kürek, kosa, saban demiri, pulluk, yular, urgan, sicim, kazma,
çakmak taşı (düven için), defter, kalem, asprin, gripin ve köylünün o günlerde
gereksinim duyduğu ne varsa dükkânda vardı. Hatta babam mevsimine göre
portakal, karpuz, mersin bile getirirdi. Aynı zamanda tarım ile de
uğraştığımızdan domates, üzüm gibi kendi ürettiğimiz ürünleri de dükkânda
satardık. Müşterilerimiz de köyümüzle sınırlı değildi, civar köylerden de
gelenler olurdu.
O yıllarda veresiye çok olurdu. İki tür veresiye
defterimiz vardı. Biri arada bir veresiye alış veriş yapan ve kısa sürede
ödeyenler içindi. Müşterinin adı, soyadı ve borcu deftere yazılır, ödediğinde
üzeri çizilirdi. İkinci defter düzenli müşteriler içindi. Bu defterde her
müşteri için ayrı bir sayfa açılır, yaptığı her borç ya da ödeme bu sayfaya kaydedilirdi.
Babam sadece bakkal değildi. Aynı zamanda köylünün
“Emniyet Sandığı”ydı. Parası olup da
saklamakta sorun yaşayanlar parayı istedikleri zaman geri almak üzere babama
teslim ederlerdi. Acil paraya ihtiyacı olanlar da borç isterlerdi. Babam özellikle
Aydın yöresine ya da yurt dışına çalışmaya gidenlerin borç isteklerini geri
çevirmezdi.
Babam mal almak için genellikle Beyşehir’e giderdi.
Gemiyle pazartesi günü gider salı günü dönerdi. Listesindeki malları almak için
birçok dükkân dolaşması gerekirdi. Döneceği gün bir at arabası kiralar, satın
aldığı malları ona yükleyerek iskeleye getirir, sonra da gemiye taşırdı. Biz
ise o gün kağnı ile Sülükçe İskelesi’ne iner, gölde gemiyi gözlerdik. Gemi
ufukta bir nokta gibi belirir, yaklaştıkça büyür ve sonunda iskeleye yanaşırdı.
Eşyaları önce gemiden kıyıya indirir, sonra da kağnıya yükleyerek geri
dönerdik.
Babamın yılda bir de olsa Aydın tarafına gittiği de
olurdu. Nereye gittiğini tam olarak bilmezdik, ama oralardan zeytinyağı, incir,
zeytin ve orak taşı getirirdi. Orak taşı orak ve kosa bilemeye yarardı ve kilo
ile satılırdı. Babam bir kez de Serik tarafına gitmiş, oradan satıp para
kazanmak amacıyla, kestirme yollardan sürerek on kadar tosun getirmişti.
Dükkânda bize de iş düşerdi. Tekel bayi Yenişarbademli’de
olduğundan zaman zaman abimle oraya sigara almaya giderdik. Çuvallara
koyduğumuz en az onar kilo sigarayı sırtımızda getirirdik. Babam bizim
olmadığımız zamanlarda bu işi urgancı Halil Ağaya yaptırırdı. Ayrıca Kurucaova
ve Yenice’ye yumurta toplamaya ya da daha önce toplanmış olanları getirmeye
giderdik. Yenice’de Musa dayı babam için yumurta toplardı. Yumurtaları
sepetlerde taşırdık. Yolda sepetler gittikçe ağırlaşır, sanki kollarımız
kopardı.
Babam mal almak için dışarıya gittiğinde ya da köyde
olduğu halde başka bir işi çıktığında dükkânı beklemek anama, abime ya da bana
düşerdi. Abim ve ben birbirimizin
yanında dükkândaki yiyeceklerden alıp ağzımıza atamazdık. Onlar bizim yememiz
için değil satmamız içindi. Öyle terbiye görmüştük. Yine de yalnız olduğumuzda
lokum, şeker vb. atıştırırdık.
Seyrek de olsa bazı müşterilerimizin dükkândan bir şeyler
çaldıklarına da tanık oldum. Sigara aşıranı, çaktırmamaya çalışarak şekerli
leblebi hapazlayıp cebine sokanı, tüfek fişeğini yenine gizleyeni gördüm, ama
ses çıkarmadım. Belki çocuk olduğum için bir şey diyemedim, belki utandırmak
istemedim, belki de bu davranışlarını anlayışla karşıladım. Kaldı ki ben bile
kendi dükkânımızdan zaman zaman bir şeyler aşırmak zorunda kalıyordum. Bunlardan
birini hala o gün duyduğum utançla birlikte anımsarım. Bir gün canım tatlı
çekti. Dükkâna gittim. Dükkânda abimle amcam vardı. Müşteri kısmındaki kerevete
oturdum. Burada hem oturulur hem de babamın mal almaya gittiği zamanlarda
gerekirse gece yatılırdı. Kerevetin dükkân eşyaları bulunan tarafında toz
şeker, kesme şeker, şekerli leblebi gibi yiyecek dolu çuvallar vardı. Eskiden
kesme şeker çuvallarda satılırdı. Ben önce de yaptığım gibi gözümle abim ve
amcamı izleyerek elimi kesme şeker çuvalının bulunduğu yere götürdüm, bir avuç
alarak hızla cebime attım. Avcuma alırken şekerlerin ufalanmış olduğunu
hissettim, ancak bu olağandı. Çuvalda şeker azaldıkça kırıklar çoğalır ve dibe
çökerdi. Şekeri cebime koyduktan sonra dükkânda fazla beklemeden dışarı çıktım
ve evin bahçesine gittim. Duvar kenarındaki ayva ağacının altına varınca cebimden
birkaç parça çıkararak birini ağzıma attım, ancak ağzıma atmamla tükürmem bir
oldu. Damağımda şeker değil tuz tadı vardı. Elimdekilere baktım, gerçekten bunlar
şeker değil iri tuzdu. Onları hemen yere fırlattım. Cebimdekileri de dökerken arkamdan
biri şöyle seslendi: “Lan oğlum oraya dökme, ayva ağacını kurutacaksın!” Dönüp
baktığımda abimle amcamın yılışarak halime gülüştüklerini gördüm. Çok mahcup
olmuştum. İşin içyüzünü yine onlardan öğrendim: Benim daha önce de kesme şeker çaldığımı
görmüşler, kesme şeker çuvalı ile iri tuz çuvalının yerini değiştirerek bir
dahaki sefere bana tuzak kurmuşlardı. Ben tuzağa düşünce de çaldığım şeyin
şeker değil de tuz olduğunu fark ettiğimde tepkimin ne olacağını merak edip sinsice
beni takip etmişlerdi.
Ülke genelinde düşünüldüğünde babam zengin, hatta orta
halli biri bile sayılmazdı. Biraz da onun bunun emanet ettiği paralarla işlerini
çeviriyordu. Buna karşın herkes babamı zengin bilirdi. Bu belki de anlaşılır
bir şeydi. Köylük yerde kimse kendini Vehbi Koç ile kıyaslamıyordu, zaten çok
kişi dışarda ne olup bittiğinin farkında bile değildi. Herkes kendisini komşularıyla
ya da yakınlarıyla kıyaslıyordu. Gerçekten bu açıdan bakınca babam zengin
sayılırdı, çünkü çevrede en iyi durumda olanlardan biriydi. Belki kendisi de
öyle düşündüğü içindir ki her yıl düzenli olarak malının zekâtını verirdi.
Kabaca bir hesapla ne kadar zekât vermesi gerektiğini saptar, ona göre kiminin
defterden borcunu siler, kimine yiyecek ve giyecek olarak yardımda bulunurdu.
En önemlisi yaptığı yardımı dillendirmeden yapardı. Zenginliğin sadece maddi
zenginlikten ibaret olmadığını, gönül zenginliğinin de en az onun kadar önemli
olduğunu gösteren bu tutumda, kuşkusuz, yüzyıllardır süregelen, ancak son yıllarda etkisini yitirmeye başlayan geleneğin de etkisi vardı.
Gurbetçi
Köylüler
İnsanlar, civarda para kazandıracak fazla bir iş olmadığından,
para kazanmak için başka yerlere, özellikle de Teke (Antalya) ve Ege
taraflarına gider, oralarda birkaç ay kalıp çorun çocuğun nafakasını çıkartmaya
çalışırlardı. Onlar oralarda çalışırken geride kalanlar bakkala borçlanırdı. Kendileri
de önceden borçlu oldukları, hatta oralara borç bulup gittikleri için
kazandıkları para borçlarını kapatmaya ancak yeterdi. Gittikleri yerlerde genel
olarak pamuk, zeytin ve narenciye bahçeleri ile zeytinyağı fabrikalarında
çalışırlardı. Giderken yataklarını da yanlarında götürürler, vardıkları
yerlerde kendilerine gösterilen izbeliklerde yatarlardı. İbiş dayımın da
aralarında bulunduğu köyümüzden böyle bir gurbetçi grubu, dönüş yolunda,
Beyşehir’de okurken kaldığımız kırık dökük eve konuk olmuşlardı da dışarıya
yataklarını serip yatmışlardı. Zaten o yıllarda bir kimse kente gittiğinde zorunlu
olmadıkça han ya da otelde kalmaz, orada bir köylüsü varsa onu arar bulur, onda
kalırdı. Bu durum o zamanlar olağan karşılanırdı.
İş için başka yerlere gidip oralarda uzun süre kalanlar,
hatta oralarda evlenenler de olurdu.
Bunlara, gidip bir süre çalıştıkları ya da gelin geldikleri yerlerden
kaynaklanan Atçalı, Tekeli, İzmirli, Tireli, Aydınlı gibi lakaplar takılırdı.
Örneğin, eşimin amcalarından biri Atça’da bir süre çalışıp döndükten sonra ”Atçalı
Hasan” olmuştu. Köyümüze bir zamanlar gelin gelmiş yaşlı bir teyzeye de biz sadece
“Aydınlı Ebe” derdik, gerçek ismini bile bilmezdik.
1960’lı ve 1970’li yıllarda köyümüzden 5-10 kişi Avrupa
ülkelerine çalışmaya gitti. Bunların hepsi Almanya’ya gitmese de biz onları hep
“Alamancı” bilirdik. Yurt dışına gidenler asker uğurlanır gibi uğurlanırlardı.
İzinli olarak gelmeleri de ilgiyle karşılanırdı. Bütün köylüler onlara hoş
geldin ziyaretine giderlerdi. O zamana kadar görmedikleri bazı şeyleri de bu
vesileyle görmüş olurlardı. Çoğu poşet çayı, neskafeyi ilk defa bu ziyaretleri
sırasında içmiş, bazı elektronik eşyaları ilk Alamancılarda görmüşlerdi. Kimse
onların yabancı diyarlarda ne çektiklerini bilmez, aksine herkes onların
yerinde olmak isterdi. Eş dost onlardan hediye bekler, onlar da bu beklentiyi
karşılamak için naylon gömlek, lastikli kravat, şifon vb. gibi nispeten ucuz
eşyalarla dolu birkaç valizle gelirlerdi.
Alamancıların hepsi zamanla geri dönüş yaptı.
Kazandıkları parayla kimi evini onardı, kimi yeni ev yaptı, içlerinden biri
minibüs, birkaçı traktör ve arazi aldı. Sadece kazanıp getirdikleri parayla
değil, aynı zamanda çalıştıkları ülkelerde edindikleri bilgi ve deneyimleriyle
de köyümüzün gelişmesine katkıda bulundular.
Avrupa'ya
çalışmaya gidenler asker gibi uğurlanırlardı
İstenmeyen
Olaylar
Arada sırada düşmanlıklar da olurdu. Bunlar genellikle
geceleyin ev yakmak, temel (bahçeleri birbirinden ayıran alçak taş duvarlar ile
bunların üzerine insan ve hayvanların geçmesini engellemek için başka yerden
biçilip getirilerek konulan dikenli çalıların oluşturduğu yapı) yakmak,
tarladaki ekini ya da harman yerindeki ekin yığınını yakmak, meyve ve genç
kavak ağaçlarını kesmek biçiminde kendini gösterirdi. Babamın anlattığına göre,
bir zamanlar bizim de Afyonluk mevkisindeki haşhaşımızı daha olgunlaşmadan
biçmişlerdi. Ertesi sabah haber alıp gittiklerinde, biçilmiş haşhaş sapları
arasında biçilmiş kocaman bir yılan da görmüşlerdi!
Gece vakti bir şey ateşe verildiği zaman alevler göğe
yükselir, ortalık kızıla boyanırdı. Yangını fark edenler feryat figan yangını
söndürmeye giderler, ancak çoğu zaman iş işten geçmiş olurdu. Yangını
söndürmeye gidenler arasında, kendinden
kuşku duyulmaması için, büyük bir olasılıkla yangını çıkaran da bulunurdu.
Belki de o, yangını söndürmek için en fazla çaba harcayanlardan biriydi!
O devirde yöremizde hırsızlık olaylarına da rastlanırdı.
Hırsızlar dükkân soyarlar; koyun, keçi çalarlar; evlerden kağnı dâhil işlerine
yarayacak ne varsa alıp götürürlerdi. Hırsızlardan bazıları aynı zamanda belalı
insanlardı. Malını çaldıklarını kesin bilsen de yüzlerine karşı bir şey diyemezdin!
Nitekim bizim köyden Azmi dayı bu hırsızlardan birinin evine misafir olduğu
zaman misafir odasında serili olan ve o an üzerinde oturduğu keçelerin daha
önce evinden çalınan kendi keçeleri olduğunu fark etmişti de gıkını bile
çıkaramamıştı.
Dükkânımız olduğu için biz de hırsızlardan çok korkardık.
Babam, burguyla delip açmasınlar diye dükkân kapısını ve pencere kepengini
kalın saçla kaplamıştı. Ayrıca, mal getirmek için Beyşehir ya da
Şarkikaraağaç’a gittiğinde, boş tenekeleri pencerenin iç tarafına dayardık.
Eğer hırsız, dışarıdan açmak için kepenk ya da pencereyi zorlarsa tenekeler
düşüp ses çıkaracak, biz de “tehlikenin pencerede” olduğunu bilecektik. Bu o
günün olanaklarına göre düşünülmüş bir alarm sistemiydi. Bazen bununla da
yetinmez, dükkânda yatardık.
Sık olmasa da hırsızlardan birinin gündüz vakti dükkâna
alışverişe geldiği de olurdu. O zaman ona son derece saygılı davranır, lokum
ikram ederdik. Belayı savuşturmak için bu biçimde davranmanın daha uygun
olacağını düşünürdük.
1960’lı yıllarda yöremizden birçok köylü Almanya, Fransa,
Hollanda gibi Avrupa ülkelerine çalışmaya gitti. Onların yolladıkları paralar
ve ülkemizdeki genel ekonomik gelişmeler sayesinde geçim durumu zamanla nispeten
iyileşti. Sonunda hırsızlık olayları hemen hemen tamamen ortadan kalktı,
düşmanlıklar ise azaldı. Artık ev, temel, ekin yakma; ağaç kesme gibi olaylara
rastlanmıyor.
Araçlar
Aşağıda daha önce hiç ya da yeteri kadar değinmediğim
bazı araçlara yer vereceğim.
|
Bıçkı: Tahta ya da ağaç
biçmeye yarayan, karşılıklı iki sapı olan ve iki kişi tarafından kullanılan
büyük testere.
|
|
Boyunduruk: Çift
süren ya da kağnıya koşulan hayvanların boyunlarına konulan ağaçtan yapılmış
bir araçtır. Kağnının oku boyunduruğa kayışla bağlanır. Boyunduruk
takılırken, hayvanların boyunlarının boyunduruğun iki yanındaki kavisli
çubukların arasına gelmesine dikkat edilir. Bu çubuklara köyümüzde “zebile”
denir. Akseki civarında “zevle” deniliyor. Zebilelerin uçları hayvanın
boynunun altında birleştirilir ve sağlam bir iple sıkıca birbirine bağlanır.
|
|
Çıkrık: İplik bükme, iplik sarma vb. işlerde
kullanılan, el veya ayakla çevrilen dolap.
|
|
Dergi: Hasattan
sonra tarla yüzeyinde kalan ekin saplarını dermeye (toplamaya) yarayan
ağaçtan yapılmış bir çeşit tırmık.
|
|
Dirgen: Genellikle
harmanda sapları yaymaya yarayan ağaçtan ya da demirden, çatallı bir tarım
aracı.
|
|
El değirmeni: Yarma ve
bulgur yapmak için kullanılır. Ortası delikli 40-50 cm çapında iki yuvarlak
taşı vardır. Altta kalan taşın ortasında demirden ya da sağlam ağaçtan bir ok
bulunur. Üstteki taşın deliği okun kalınlığından daha geniş olduğu için,
üsteki taş kolundan tutulup döndürüldükçe, üstten dökülen taneler okla
deliğin çeperleri arasında kalan boşluktan aşağı doğru akarak taşların
arasına girer ve orada kırılır.
|
|
Gaz ocağı: Gaz yağı ile
yanan ocak.
|
|
Kahve
değirmeni:
Kahve çekmeye yarayan araç.
|
|
Kaşağı: Hayvanları
tımar etmek için kullanılan madenî dişli araç.
|
|
Kırklık: Koyun ve
kuzuların yününü kesmeye yarayan araç.
|
|
Sürge: Sürgü ya da
tapana köyümüzde “sürge” denir. Tarlayı düzlemek ya da atılan tohumu örtmek
için kullanılan, lata biçiminde, altı dişli ağaçtan yapılmış bir araçtır.
|
|
Sürtek: Genellikle haşhaş
sürtmek için kullanılır. Yaklaşık 40 cm uzunluğunda, 30 cm eninde düz bir taş
ile altı düz, üstü tümsek daha küçük bir başka taştan ibarettir. Haşhaş
kavrulur, geniş düz taşın üzerine azar azar dökülür, küçük taşla sürtülerek ezilir.
|
|
Tengerek:
Elde yün eğirmek için kullanılan bir araç.
|
|
Tokaç (köylü ağzında
tokucag): Çamaşır yıkarken kullanılan tahtadan yapılmış yassı tokmak.
|
|
Tokaç taşı: Üzerinde
tokaçla çamaşır yıkanan yassı taş.
|
|
Tufran:
Topraktan yapılmış küpe benzeyen bir çeşit yayıktır. Gövde kısmında iki kulpu
vardır. Kulplar arasında bez tıpa ile kapatılan bir de delik bulunur. İçine yoğurt
ve su konulduktan sonra genellikle deriden bir kapakla ağzı kapatılır. Daha
sonra yere yatırılır, ağız tarafına dizüstü oturularak iki kulpundan iki elle
tutulur ve ileri geri hareket ettirilerek içindekiler çalkalanır. Ara sıra
deliğin tıpası çıkarılarak çalkalama işleminin yeterli olup olmadığına karar
verilir. Bu işlem sonucunda hem ayran hem de tereyağı elde edilir.
|
|
Tuluk: Bazı yiyecek
ve içecekler için koruyucu kap olarak kullanılan, önü yarılmadan bütün olarak
yüzülmüş hayvan derisi.
|