8 Mayıs 2015 Cuma

UNUTAMADIĞIM ÇOCUKLUK ANILARIM

Bir Motorlu Kara Taşıtı İle İlk Karşılaşmam
            Daha ilkokula bile gitmiyordum. Sokakta abimle birlikte oynarken o zamana kadar hiç alışık olmadığımız bir ses duyduk. Sesin geldiği yöne bakınca yine o güne kadar hiç görmediğimiz bir şeyin üstümüze doğru geldiğini fark ettik. Korku içinde kaçtık, evimizin avlusuna girip kapıyı kapattık. Gözlerimizi kapı tahtalarının arasında kalan boşluklara dayayıp dışarıya baktık. Üzerimize doğru gürültü çıkararak gelen şey tam bizim evin önüne gelince zınk diye durdu.  İçinden çıkan adamlar da bizim eve doğru yöneldi.  “Bunlar kesin bizim peşimizdeler.” diye düşünerek korku ve telaşla arka taraftaki bahçeye kaçıp saklandık. O acayip şeyin çıkardığı sesi tekrar işitinceye, ses uzaklaşıp artık duyulmaz oluncaya kadar orada bekledik. Daha sonra üst kata çıkıp gördüklerimizi bizimkilere anlattık,  ancak onlar şaşıracak yerde kahkahayla gülmeye başladılar. Meğer o gelen şey cipmiş, içinden çıkanlar da muhtar olan babamla iş görüşmeye gelen hükümet görevlileriymiş.
            Ama zamanla işler değişti. Şimdiki köy çocukları motorlu taşıt gördüklerinde kaçmak şöyle dursun, arkasından koşuyor, kamyonların kasalarına asılmaya çalışıyorlar!

Erik Ağacından Düşüşüm
            Henüz Bağ Sokağı’nda ve Karşıyaka’da bağlar, Göynük’te elmalıklar kurulmamıştı. Köyde bir iki yaşlı bağ dışında bağ yoktu. Gocabıyık Mehmet’in Yaka’daki elma bahçesinin dışında kapama meyve bahçesi de yoktu. Ama yine de herkesin bahçesinin, tarlasının kenarında beş on meyve ağacı bulunurdu. Bizim evin bahçesinde de iğde, vişne, kiraz, ayva, erik, elma ağaçlarından birer ikişer tane mevcuttu. Hatta ağaçlara sarılmış birkaç da asmamız vardı. Susuzluk ve hastalıklar yüzünden meyveler pek güzel olmazlardı, ama yine de biz onları olgunlaşmalarını dahi beklemeden yemeye başlardık. Ayrıca arazide kendiliğinden yetişen alıç, muşmula, yaban elması, yaban armudu gibi ağaçların meyveleriyle tarla başlarında ya da boş alanlarda yetişen dikenli bitkilerin meyvelerini de toplar, yerdik.
            Bir gün meyve toplamak için bahçeye girdim. Kenardaki bir erik ağacına çıktım, erik toplamaya başladım. Ağacın yola sarkan dallarından birinin uca yakın kısmında iri, olgunlaşmış bir erik gördüm. Altta da bir kağnı duruyordu. Eriği almak için uca doğru yanaştım, uzandım, fakat eriğe erişemedim. Ancak erik bana çok çekici geliyordu, sanki gel beni al diyordu. Bu nedenle ona doğru biraz daha ilerledim, uzandım, tam tutacakken dal gövdeye bağlandığı yerden çat diye ayrıldı ve aşağı doğru inmeye başladı. Birkaç saniye içinde de kendimi yola, ağacın altına bırakılmış kağnının budaklarından (kazıklarından) birinin başında buldum. Budak karnıma dayanmıştı. Korkudan avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. O sırada dükkânda olan ve sesimi duyan babam koşarak geldi. Gördüğü manzara karşısında o da korkuya kapılarak aceleyle beni budaktan aldı, koşarak eve götürdü. Allahtan budak, sivri olmadığından ve de kırılan dal paraşüt gibi yavaşça indiğinden karnıma batmamıştı, fakat değdiği yer morarmış, şişmişti. Şişliğin geçmesi uzun zaman aldı. Yine de babam kazayı ucuz atlattığımı düşünerek Allah’a şükretti.




Budaklı kağnı

Çobanlık Anılarım
            Birçok köy çocuğu gibi ben de üretime küçük yaşta çobanlık yaparak katıldım. Anılarım arasında çobanlık anılarımın ayrı bir yeri vardır. Bunlardan benim için anlamlı olanları aşağıda bulacaksınız.
***
            Henüz tarımda makineleşmenin olmadığı, köylerde kapalı ekonominin yaygın olduğu, her ailenin gereksinim duyduğu şeyleri olabildiğince kendisinin üretmeye çalıştığı çocukluk yıllarımda, küçük büyük her aile bireyine iş düşerdi. “Karıncadan medet umulan”, herkesin “karınca kararınca” üretime katkıda bulunması gereken günlerdi o günler... Hal böyle olunca, biz çocukların da,  hatta ilkokula bile başlamadan, işin bir ucundan tutmamız istenirdi. Benim üzerime düşen ilk önemli iş de kuzu çobanlığıydı. 5-6 yaşlarında ya var ya yoktum, bir gün Hasan dedem beni çağırdı, önüme kuzuları kattı, götürüp onları Harman’da ( Sığır Harmanı’na sadece Harman da denirdi) otlatmamı istedi. Ben de dediği gibi yaptım. Harman’a gittim, bir süre otlattıktan sonra, canım sıkıldığı için midir, yoksa o kadar otlatmanın yeterli olduğunu düşündüğüm için midir, anımsamıyorum, kuzuları tekrar önüme katıp eve geri getirdim. Kısa zamanda kuzularla eve döndüğümü gören dedem sakin bir şekilde: “Oğlum erken döndün, kuzuları biraz daha otlatmalıydın.” dedi.  Sonra da elimden tutarak kuzularla birlikte beni Harman’a geri götürdü. Harman’a varınca elimi bıraktı, kendi elini yukarı kaldırıp işaret parmağıyla gökyüzünde bir yeri göstererek: ”Oğlum bak! Güneş tam oraya gelinceye kadar kuzuları güt. Güneş oraya varınca eve getirirsin.” dedi. Dedemi dikkatle dinlemiş ve dediğini çok iyi anlamıştım. “Tamam, dede,” dedim ve dediği gibi de yaptım. Eve döndüğümde, dedem beni bu defa gülümseyerek karşıladı, kucağına aldı ve: “Aferin, oğlum! İşte böyle olacak!” dedi. Bu sözler, daha işin başında,  kendime olan güvenimi artırmıştı. Demek ki, iyi bir kuzu çobanı olabilirdim.
***
            Kuzuları Harman’da otlattığım bir gün uyuyakalmışım… Uyanınca gökyüzüne baktım: Güneş epey yer değiştirmiş, tepe noktasını geçmişti. Daha sonra etrafıma bakındım, ancak kuzuları göremedim. Gözlerimi ovuşturup daha uzaklara baktım, yine göremedim. Eve gitmişlerdir, diye düşünerek eve döndüm.  Anam beni görünce, “Niye erken döndün? Kuzular nerede?” diye sordu. Bu sorudan kuzuların eve gelmediklerini anladım ve durumu anama anlattım. O da: “Tez git, kuzuları bul! Bulmadan da geri gelme!” dedi. Ben de kuzuları aramak için evden çıktım.  Önce Çayır’a gitmeye karar verdim. Koyun sürüleri orada otlatılırlardı.  Kuzular, analarının kokusunu alıp oraya gitmiş, analarının bulunduğu sürüye karışmış, onları emmiş olabilirlerdi. Bu durumda,  kuzuları bulsam da akşama sağacak süt kalmaz, azar işitirdim. Ben azara çoktan razıydım, yeter ki kuzular bulunsundu. Bunları düşünerek Çayır’a vardım. Her sürüye baktım, ama kuzular yoktu. İster istemez eve geri döndüm.  Zaten ortalık kararmış, akşam olmuştu. Evdekiler benim yalnız döndüğümü görünce,  kuzuları bulamadığımı hemen anladılar. Çok üzgün olduğumu gördükleri için de o akşam fazla üzerime gelmediler. “Sabah ola hayır ola!” diyerek kuzuları aramayı ertesi güne bıraktılar.
            Ertesi gün erkenden kuzuları aramaya koyulduk. Önce Guduz ve Gavır Çayırı’nı aradık, bulamadık. Sonra Tikeniçi taraflarına gittik, bulamadık. Daha sonra Hoyran (Bugünkü Gölyaka) arazisini gezdik, orda da bulamadık. İkinci gün, daha önce bakmadığımız yerlere baktık, dolaştığımız kimi yerlerde yeniden dolaştık,  ama boşuna! Sanki yer yarılmış kuzular içine girmişti. Üçüncü gün de aramalarımızı sürdürdük, sonunda bulamayacağımıza inanarak eve geri döndük. Avludan içeri girdiğimizde Pakize ebemin yüzü gülüyordu. Buna ilk anda biz bir anlam veremedik, ama o müjdeyi verdi: Kuzular bulunmuştu. Anlattığına göre, ben Harman’da uyurken, bizim kuzular Bademli tarafına gitmişler; ekili alanlara, bağlara girmişler; Bademli’nin Koruma Bekçisi bunları görmüş ve Bademli’ye götürerek bir yere kapatmış. Bizim köşe bucak kuzu aradığımızı duyunca da onları bizim eve getirmiş.
            Kuzuları gökte ararken yerde bulmuştuk. Ancak buna sevinemeden babam beni alıp ağıla götürdü. Ensemden tutup bir kuzunun sırtına burnumu sürterek, “Kuzuların kokusunu iyi al, bir daha onları yitirme!” dedi ve beni orda bırakıp ağıldan çıktı. Çıkarken de ağılın kapasını kapattı. Ben öylece kalakaldım. Ağılın kapısı kapalı olsa da çitin üzerinden atlayıp çıkabilirdim, ancak kımıldanamıyordum. Allahtan, az sonra Pakize ebem geldi de beni bu durumdan kurtardı. “Sen babanın yaptığına aldırma!” diyerek beni teselli etti, bir bakıma babam adına özür diledi. Eve götürüp güzel yiyecekler ikram etti.
***
            Kuzu çobanı olmuştum, ama henüz bir bıçağım yoktu. Oysa bıçaksız bir çoban düşünülemezdi. Sadece kendini savunmak için değil, dal kesmek; değnek, düdük, sapan yapmak; ot kazmak; ceviz oymak ve daha birçok iş için de bıçak gerekiyordu. Bu nedenle bir kuzu çobanı olarak bir bıçağımın olmasını çok istiyordum. Babamın dükkânında heves ettiğim bıçaklardan satılıyordu. Ancak vermez diye bir türlü cesaret edip isteyemiyordum. Sonunda kararımı verdim: Dükkândaki bıçaklardan birini gizlice kendim alacaktım. Nitekim öyle de yaptım. Fırsat kolladım; kapısının açık olduğu, fakat içinde kimsenin bulunmadığı bir anda hızla dükkâna girip bıçaklardan birini cebime attım ve aynı hızla dışarı çıktım. Etrafıma bakındım: Kimse yoktu. Cebimi yokladım: Bıçak ordaydı, başarmıştım! Yalnız bir sorun vardı. Bıçağı hep gizli gizli kullanamazdım. Biri onu görebilir, nerden bulduğumu sorabilir, böylece foyam meydana çıkabilirdi. O nedenle bıçağı gizlemeden kullanmanın bir yolunu bulmalıydım. Buldum da. Bir gün Top Armıt mevkisinde abimle birlikte gezerken, abimin birkaç adım gerisinde kalarak önce bıçağı yere bıraktım, sonra da “Bıçak buldum!” diye bağırdım. Bunu duyan abim geri döndü: “Onu önce ben gördüm, tam dönüp alacakken sen aldın.” diyerek bıçağı elimden almaya kalktı, ama alamadı. Bıçak elimde kaçmaya başladım. Ben kaçtım, o kovaladı. Böylece ben önde, o arkada koşarak evimizin önüne kadar geldik. Evimizin karşısında Pakize ebemin anası Zehra ebemin de oturduğu amcamın evi vardı. Ani bir kararla, o sırada hasta olan dedemi rahatsız etmemek için bizim eve değil, ebemin bulunduğu amcamın evine girdim. Yine koşarak üst kata çıktım, baktım abim hala arkamda, koşmayı evin suvasında (sofasında)  da sürdürdüm. Ebem gürültümüze odasından çıkmış, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Bu arada o kadar gürültü yapmış, bağrışıp çağrışmışız ki, ta karşı evden hasta halinde dedem çıkageldi. Bizi bir güzel payladı. Koşuşturmamızın nedenini anladığında ise bana hak verdi. Böylece bıçak kesinlikle benim olmuştu. Bıçağı aşırmamış, bulmuştum(!) Abim tanığımdı. Onu gönül rahatlığıyla istediğim zaman, istediğim yerde kullanabilirdim artık.
***
            Bıçakla ilgili başka bir anım daha var. Kuzu çobanıydım. Bıçağım yoktu: Ya hiç olmadı ya da kaybettim, anımsamıyorum. On-on beş kuzumuz vardı, onları güdüyordum. Bir gün bizim eve akrabamız da olan Yarımağa’nın Hüseyin’in karısı Fatma teyze geldi. Anama, üç kuzularının olduğunu, ancak güdecek kimselerinin bulunmadığını, benim onları da güdüp güdemeyeceğimi sordu. Eğer güdersem bana bir hediye alacağını da ekledi. Bunun üzerine anam ne diyeceğimi sordu. Öneri bana hiç de fena gelmemişti. Nasıl olsa kendi kuzularımızı güdüyordum, onunkileri de güderdim. Kuzuların sayısı üç eksik üç fazla fark etmezdi. Üstelik işin içinde hediye de vardı. Bu nedenle ben, “Olur.” dedim. Hediye olarak da bir bıçak istedim. Fatma teyze isteğimi hemen kabul etti. Ben de üç kuzuyu bir mevsim boyunca bir bıçak karşılığında güttüm.


Resimdekine benzeyen bir bıçak karşılığında bir akrabamızın üç kuzusunu bir mevsim boyunca güttüm

            Şimdilerde aldığım hediye yaptığım işe göre gülünç sayılabilir, ancak o zamanlar benim gibi küçük bir kuzu çobanı için bıçak birçok şeyden çok daha önemliydi.
***
            Biraz büyüyünce öküz gütmeye başladım. Kuzular, benden üç yaş küçük olan kız kardeşime kaldı. Öküzleri de kuzular kadar sevdim. Onlara gözüm gibi bakardım. Ahırda yattıkları yeri temizler, sırtlarını tarar, üzerlerine pislik kondurmazdım. Başlarına kötü bir şey gelmesini, incinmelerini hiç istemezdim. Bir gün sap çekerken (biçilmiş ekinleri tarladan harman yerine götürürken), babam, biraz hızlandırmak için öküzlerden birinin kaba yerine üvendireyle (ucuna çivi çakılmış uzun değnekle) sertçe dürttü ve dürttüğü yer kanadı. Ben buna dayanamayıp hüngür hüngür ağlamaya başladım. Babam o halimi görünce, pişmanlığını ifade edip beni avutmaya çalıştı. Öküzün haline değilse bile benim halime üzülen Remzi dayı da beni yatıştırmak için elinden geleni yaptı. Bu olayı da uzun yıllar bana anımsattı durdu. Kısacası, öküzler benim için değerlilerdi. Onları en iyi yerlerde otlatırdım. Hatta hayvan otlatmanın yasak olduğu yerlere, ekin aralarına bile sokardım. Ekili tarlaları birbirinden ayıran “an” (n genizden söylenir) ve hendeklerde çok ot olurdu. Öküzleri buralara, dikkat çekmesinler diye de hendeklere sokardım. Bekçiye yakalanma olasılığına karşı da hazırlıklı olurdum: Yanımda, babamın dükkânından öküzlerin hatırı için aşırdığım en az bir paket “İkinci” sigarası bulunurdu. Şayet bekçiye yakalanırsam, sanki etrafımızda başkaları varmış da onlara göstermek istemezmişim gibi “İkinci” sigarasını avucumda gizleyerek onun hazır ettiği avucuna sıkıştırırdım. O da avucunu kapatır, kimsenin görmediğinden emin olmak istermişçesine gözleriyle çevresini yoklayarak sigarayı cebine sokardı. Sonra da,  kendisi gittikten sonra öküzleri yasak alanın dışına çıkarmamı isterdi. Öyle de yapardım.


İkinci sigarası bir zamanlar köylünün en çok rağbet ettiği sigaraydı

***
            Sık sık yaptığım gibi, yine Aşağı Harman ile Yaka arasındaki yolun sol yanına düşen ekin tarlalarının içindeki hendeklerde öküzleri otlatıyordum. Öküzler iştahla otları yiyor, yedikçe karınları şişiyor, ben de onların bu halini zevkle izliyordum. Bir ara bir ıslık sesi duydum. Kafamı kaldırıp ıslık sesinin geldiği yöne doğru bakınca, yolda Berber Ahmet’i gördüm. Islık çalan demek ki oydu. Şimdi de bana doğru uzaktan el işaretleri yaparak, sanki bekçinin bulunduğumuz tarafa gelmekte olduğunu, ceza yemek istemiyorsam öküzleri ekinlerin arasından çıkarmam gerektiğini söylemek istiyordu. İşaret diliyle verilen bu haber üzerine hemen toparlandım. Öküzleri önüme katıp koştura koştura yola, Ahmet dayının bulunduğu yere çıkardım. Çıkardım çıkarmasına ya, nefes nefese kaldım. Daha nefesimi toplayamadan Ahmet dayı katıla katıla gülmeye başlayınca da işin iç yüzünü hemen anladım: Bekçi mekçi yoktu. Bu Ahmet Dayı'nın bir oyunuydu. O bunu hep yapardı. Başkalarına oyun oynamak onun huyuydu. Başkasına oyun oynamak onun dilinde “hastane şipidiği dikmek”ti. Birine yaptığı bir numaradan söz ederken, “Falancaya bugün bir hastane şipidiği diktim.” ya da size alay yollu gözdağı vermek istediğinde, “Sana bir hastane şipidiği dikersem görürsün!” derdi. Kısacası, kurnaz bir adamdı Ahmet Dayı; başkalarını kandırmaktan, şaşırtmaktan zevk duyardı. Köyde numara yapmadığı kimse hemen hemen yoktu!
            Ahmet Dayı, bana,  az önce anlattığımdan başka oyunlar da oynadı. Bunlardan ikisini daha anlatayım:
            Bir gün, başka bir işi çıktığı için babam dükkânı bana bırakmıştı. O gün Ahmet Dayı omuzunda yapımı tamamlanmamış bir boyundurukla geldi. “Bir burgu satın alacağım. Ancak önce bir deneyeyim, beğenirsem satın alırım.” dedi. Dükkândaki burgulardan işine yarayan birini seçti, onunla boyunduruğun deliklerini açtı, sonra da:  “Bu pek iyi delmiyor, ben en iyisi başka bir yere bakayım!” dedikten sonra boyunduruğu omuzuna atıp gitti. Aslında işini halletmiş, başka yerde burgu aramasına da gerek kalmamıştı!
            Babamın, dükkânı bana bıraktığı bir başka gün, Ahmet Dayı yine geldi. O zamanın parasıyla elli liralık alışveriş yaptı. Sıra ödemeye gelince, “Parayı evde unutmuşum. Sen de benimle gel de parayı evde vereyim.” dedi. Yapacak başka bir şey yoktu. Dükkânı kapattım, o önde ben arkada, evine kadar gittik. Evin avlusuna girince şapkasını çıkardı, içinden elli lira aldı, bana verdi. Başka da bir şey demedi. Bense şaşırmıştım. Ağzımı açamadan dükkâna geri döndüm.  Dedim ya, Ahmet dayı kandırmayı, şaşırtmayı severdi.
***
            Öküz güttüğüm yerlerden biri de Çayır’da İkisöğüt denilen yerdi. Sami de otlatmak için öküzlerini sık sık oraya getirirdi. O benden üç dört yaş büyüktü. Sigara içerdi. Çocukluk bu ya, sigara içmeye ben de heves ettim. Büyüklere öykündüm sanırım. İlk önce ben mi istedim, o mu verdi, anımsamıyorum, ama içime çekmesem de tek tük sigara içmeye başladım. Tabi elin oğlu sana sürekli sigara verecek değildi. Zaten o da o sigaraları nerden buluyor, bilen yoktu. Bir şekilde benim de kendi sigaramı bulmam gerekiyordu. Bunun da en kolay yolu dükkândan aşırmaktı. Nitekim ben de öyle yapmaya başladım. Açık olduğu, ama kimsenin bulunmadığı anları kollayarak dükkâna giriyor, bir paket sigara alıp hemen dışarı çıkıyordum. Sigarayı da arkadaşlarla birlikte içiyordum. Akşam eve döndüğümde hala pakette sigara kalmışsa önce onu bahçenin yığma taş duvarının içine saklıyor, sonra eve giriyordum. Bunu, üzerimi ya da gece yatarken çıkardığım elbiselerimi yoklayıp sigarayı bulmalarından korktuğum için yapıyordum.
            Bu böyle bir süre devam etti. Bir gün, İkisöğüt’te öküzleri otlatırken, yine Sami’yle sigara içiyorduk. O gün keşik bizim ailede olduğu için Saniye ablam da Çayır’da koyun güdüyordu. Sürüsü bizden uzakça idi, ama nasıl olmuşsa sigara içtiğimizi görmüştü. Yanımıza geldi, “Seni akşam babama şikâyet edeceğim!” dedi ve gitti. Çok korktum. Akşama doğru köye döndüm, evin yakınında öküzleri saldım. Onlar nasıl olsa evi bulurlardı. Bense korkudan eve gidemedim. Sağda solda gezindim durdum. Vakit bir hayli ilerleyince, “Babam artık yatmıştır.” diye düşünerek eve gittim, avlu kapısını açtım, daha ilk adımımı içeri atar atmaz babamı karşıda, üst kata çıkan merdivenin basamaklarında, çenesini bastonuna dayamış vaziyette, otururken gördüm. Kapı gıcırtısını duyup başını kaldırınca, o da beni gördü. Donup kalmıştım, kaçacak halim yoktu. Konuşmadan, el işaretiyle kendisine yaklaşmamı istedi. Ben birkaç adım atıp önünde durunca da: “Ablan sigara içtiğini söyledi, bir daha içme. Açsındır, git şimdi yemeğini ye, sonra da yat!” dedi. Cezalandırılmayı beklerken böyle bir söz duymak beni hem çok şaşırtmış hem de çok sevindirmişti. Artık sigara içmeyecektim, ta ki asker oluncaya kadar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder